Meral Çınar

Ne Filistinlilerin zorla yerinden edilmesi ve katledilmesi, ne topraklarının işgali, ne de İsrail devleti ve yerleşimcilerin şiddeti ile Filistinlilerin onurlu direnişi 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı ile başladı. İngiltere’nin öncülük ettiği 1917 Balfour Deklarasyonu’ndan beri Filistin halkı sürekli bir şiddet, çatışma ve göç sarmalının içerisinde. 1948 Nakba’sı ve İsrail devletinin kuruluşu sırasında, 1967 Altı Gün Savaşları ve günümüze kadar süren saldırılar sonucunda on binlerce Filistinli hayatını kaybetti. Yani bu işgal son iki yıldır değil, 100 yılı aşkın bir süredir devam ediyor.
Peki, neden hepimizin gayet iyi bildiği Filistin işgal–direniş tarihini sürekli yeniden hatırlamamız gerekiyor? Çünkü özellikle Avrupa devletleri 2023’ten bu yana, medya ve politikacılar aracılığıyla bu tarihi manipüle ediyor. Sanki her şey 2023 Ekim ayında Filistin direnişinin gerçekleştirdiği Aksa Tufanı ile başlamış gibi davranıyorlar. Öncesi yokmuş gibi gerçeği manipüle ederek İsrail devletinin şiddetini ve işgal politikasını meşrulaştırmayı, direnişin hafızasını yok etmeyi amaçlıyorlar. Evet, öylece bir anda, Filistin İsrail devletinin işgali altında değilmiş, yerleşimciler aracılığıyla kendi topraklarında baskı ve şiddet altında yaşamıyorlarmış, hâlihazırda yüz yıldır bu yayılmacı işgal politikalarına karşı bir direniş yokmuş gibi…
Toni Morrison’ın dediği gibi: “Unutturmak, zalimin en büyük silahıdır.” Bu yüzden Filistin’de yaşanılan hiçbir şeyin unutulmasına izin vermemek gerekiyor.
İsrail devleti ve ABD bu manipülasyon sonucu 2024’ün sonlarına kadar neredeyse tek bir muhalif ses bile olmadan Filistin topraklarındaki işgalini genişletti. O sırada on binlerce Filistinliyi öldürdü. Bu bahaneyle bütün bölgeyi savaş alanına çevirdi. “Great Israel” projesini hayata geçirmek için gereken bütün adımları atmayı başardı.
Elbette İsrail, herkesi haksız çıkaracak kadar eli kanlı, acımasız bir katil olduğunu ve hiçbir uluslararası mahkemenin ve Birleşmiş Milletler kararının kendisini durduramayacağını kısa sürede tüm dünyaya gösterdi. Sadece son iki yıldır, 2025 Temmuz itibarıyla BM raporlarının aktardığına göre 60 bini aşkın Filistinliyi katlettiler. Ölenlerin büyük çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşuyor. Üstelik bu da sadece raporlara ve istatistiklere geçen sayılar.
Ancak İsrail devleti yalnızca askerî şiddetle değil, ideolojik araçlarla da bu adaletsizliği perdelemeye çalışıyor. Tam da bu noktada, İsrail’in işgali meşrulaştırmak için kullandığı ideolojik araçlardan biri olan pinkwashing devreye giriyor.
Pinkwashing
7 Ekim 2023’ten sonra İsrail, yürüttüğü saldırıları meşrulaştırmak için feminist söylemi araçsallaştırdı. Filistin direnişi sistematik biçimde “tecavüz kültürü”yle özdeşleştirildi; buna karşılık İsrail’in askerî müdahalesi, “Filistinli kadınları kurtarma” kisvesi altında sunuldu. Bu söylem, savaşın çıplak şiddetini görünmez kılarken feminizmi kolonyal bir meşruiyet aracına dönüştürdü; tıpkı pinkwashing’in yaptığı gibi.
Bugün de ekranlarda sürekli LGBTİ+ İsrail askerlerini görüyoruz. Verdikleri röportajlarla katliamı meşrulaştırıyor, sömürgeci şiddeti pembe bir perdeyle örterek ilerici görünmeye çabalıyorlar.
Bu strateji yeni değil; sömürgeci güçler tarih boyunca kendi şiddetlerini “medeniyet”, “özgürlük” ya da “eşitlik” söylemleriyle gizlemeye çalıştılar. Pinkwashing, feminist özgürlük dilinin devletlerce araçsallaştırılmasının en çarpıcı örneğidir. Kadınların ve LGBTİ+’ların haklarını sahipleniyormuş gibi görünerek Filistin’deki işgali meşrulaştırmak, hem dayanışmanın anlamını hem de direnişin özünü çarpıtmak istiyorlar. Yani pinkwashing yalnızca bir propaganda biçimi değil, modern sömürgeciliğin en rafine araçlarından biridir.
Fakat pinkwashing’in parlak söylemleri, enkaz altındaki çocukların sessizliğini, açlığa mahkûm edilmiş insanların hakikatini bastıramaz; çünkü adalet seçici bir hak değildir.
Filistinli kadınlar ve LGBTİ+’lar işgalin yalnızca tanıkları değil, onunla yüzleşen hafızanın taşıyıcılarıdır. İsrail’in “kadınları kurtarma” söylemi, onların bedenlerini savaşın propagandasına dönüştürmeye çalışsa da Filistinli kadınlar bu anlatıyı reddediyor; kendi kurtuluşlarının ancak kendi ellerinde, kendi topraklarında, kendi sözleriyle mümkün olduğunu hatırlatıyorlar. Onlar, yüzyıldan fazladır süren bu direnişte; silahlı bir direnişçi, direnişi anlatan bir tarihçi, tüm dünyaya duyuran bir propagandist, cinsiyetçi yönlerine karşı savaş açan bir feminist, direnişin hafızası ve sürdürücüsü oldular.
Onların direnişi yalnızca bir halkın değil, feminizmin de sömürgecilikten arındırılması mücadelesidir. İşte bu yüzden Filistin tam olarak feminist bir meseledir. Ancak Filistin mücadelesi yalnızca kadınların ya da Filistinlilerin omzuna yüklenmiş bir sorumluluk değildir. Bu mücadele, sınırları aşan, insanlığın ortak vicdanına dokunan, ortak adalet duygusuna vurgu yapan bir örgütlülüğe dönüşmüş durumda.
Medya tekellerinin ve politikacıların tüm bu manipülasyonlarına, meşrulaştırma çabalarına ve devlet şiddetine rağmen bizim cephemizden yükselen seslerin neleri değiştirebileceği gerçeği, bugünkü örgütlü dayanışmada kendini açıkça gösteriyor.
Enternasyonal Dayanışma
23–26 Eylül arasında gerçekleşen BM toplantısında İngiltere, Kanada, Avustralya, Portekiz, Fransa, Belçika, Lüksemburg, Andorra, Malta, Monako ve San Marino’nun da aralarında bulunduğu 157 ülke, 193 üye devlet arasından Filistin’i tanıma kararı aldı.
Sanki tanınacak halde bir Filistin devleti kalmış gibi; sanki Filistin, bu ikiyüzlü Avrupa devletlerinin, Türkiye’nin ve işbirlikçi Arap yönetimlerinin ortak eliyle yerle bir edilmemiş, yüz binlerce insan topraklarından sürülmemiş, on binlerce kadın ve çocuk katledilmemiş, milyonlarcası açlığa mahkûm edilmemiş gibi… Bu, sembolik bile olmaktan uzak kararı almalarını sağlayan şey, yaşanan katliamın büyüklüğünden çok, yükselen enternasyonal dayanışmanın gücüydü.
Liman işçilerinin Avrupa’dan İsrail’e yapılan silah sevkiyatını durdurmak için giriştiği eylemler, bu dayanışmanın en somut örneklerinden biri. İtalya’da lojistik sektörü ve liman işçileri, Fransa’da Marseille-Fos Limanı çalışanları, Yunanistan’da deniz nakliye sendikaları Filistin’e destek veren bir dayanışma hattı kurdular. Fransa’daki CGT liman işçileri, askerî sevkiyatlara yardım etmeyi reddederek “Marseille-Fos Limanı İsrail ordusunu beslemek için kullanılmamalı” dedi. Bu eylem, İtalya’nın Genoa ve Livorno limanlarında işçilerin “We will not work for war / Savaşa hizmet etmeyeceğiz” diyerek silah sevkiyatını durdurmalarıyla eşzamanlı yürüdü. Yine kısa süre önce, İtalya’da USB, CGIL ve diğer sendikaların çağrısıyla “General Strike for Gaza (Gazze İçin Genel Grev)” adıyla genel bir grev örgütlendi. Yüzlerce liman işçisi limanları bloke etti; lojistik zincirleri felç oldu. Yalnızca bir protesto değil, devletlerin ve hükümetlerin İsrail’le ticaret ve silah iş birliğini sorgulayan, sınıfın gücünü ve dayanışmanın hakikatini görünür kılan tarihi bir eylemdi.
Benzer biçimde, dünyanın dört bir yanında —şiddetli polis müdahalelerine rağmen— kitlesel yürüyüşler ve işgaller gerçekleşti. 44 ülkeden yüzlerce aktivist, insani yardım gönüllüsü ve sivil toplum örgütünü bir araya getiren Küresel Sumud Filosu’nun Gazze’ye doğru yola çıkması ve birkaç gün önce aktivistlerin İsrail askerlerince alıkonulması, bu dalganın fitilini yeniden ateşledi. 2 Ekim Perşembe günü Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Hollanda, Belçika, Bangladeş, Hindistan, Latin Amerika ve Avustralya gibi ülkelerde binlerce kişi eşzamanlı olarak sokaklara döküldü. Tüm bu eylemler, bir bütün olarak, devletlerin sessizliğine karşı halkların kendi iradesini sahaya sürdüğü bir dönüm noktasını temsil ediyor.
“Filistin’e özgürlük” sloganları artık her yerde yankılanıyor: sokaklarda, üniversitelerde, işyerlerinde; şarkılarda, konser alanlarında, ödül törenlerinde, sanat performanslarında, hatta Akdeniz’in hırçın sularında. Doğrusunu söylemek gerekirse, insanlık yakın tarihinde böylesine örgütlü, bu kadar çok alanı aynı anda direnişin sahnesine dönüştüren bir mücadeleye pek az tanık oldu. Bu dayanışma yalnızca politik bir tutum değil; vicdanın, ortak hafızanın ve adalet duygusunun küresel bir yankısına dönüştü. Belki de bu yüzden, her bir ses, her bir eylem Filistin’in özgürlüğü kadar insanlığın onuruna da sahip çıkıyor.
Bugün yaşananlar bize şunu gösteriyor: devletlerin çıkar odaklı sessizliğine rağmen, halkların kolektif vicdanı hâlâ hareket ediyor. Limanlarda, üniversitelerde, sanat sahnelerinde, sokaklarda yükselen sesler birbirine temas ettikçe yeni bir siyasal bilincin doğduğunu görüyoruz. Bu bilincin gücü, hükümetlerin diplomatik hesaplarını da sarsıcı bir yerde duruyor. İşte bu yüzden dayanışmayı süreklileştirmek; onu bir protestodan öteye taşıyarak kalıcı, örgütlü bir direniş hattına dönüştürmek bugün her zamankinden daha yaşamsal.
Çünkü artık çok açık: ne BM ne de Avrupalı devletlerin tutumu İsrail’i durdurabilir.
Filistin’i özgürleştirecek olan, halkların çoğalan dayanışması, direnişin hafızasının diri tutulması ve bu bilincin ortak bir iradeye dönüşmesidir.
Hafızayı canlı tutan, hakikati savunan ve direnişi büyüten bu örgütlülük yalnızca Filistin için değil, insanlık onurunu ve dünyanın geleceğini kurtaracak bir adımdır.
Feminist Çerçeve sitesinden daha fazla şey keşfedin
Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.
