
Babamın gençliğinden kalma haki parkamı çektim üzerime, örgütlü olduğum zamanlardan kalma birkaç hadiseden bahsedeceğim sana. Aslında aklımda maziyi deşmek yoktu lakin geçenlerde duyduğum ve günlerce aklımda “neden, nasıl” sorusunun dolanmasına sebep olan bazı sinir harpleri yaşadım.
Bu arada aslında annemin gençliğinden kalsa onun parkasını giymeyi tercih ederdim. Annem sosyalist olmanın parka giymekten ibaret olmadığını düşünmüş olacak ki dönemin devrimci modasına uymayı tercih etmemiş. Hem belki o dönem yaşadığı sağcı, muhafazakar mahallede parkasıyla mahalle sakinlerinin gündemine girmek istememiştir. Veya haki de olsa parka da olsa kalıplara sığmayı canı çekmemiştir. Annemin işleri işte, kim bilir.
Bir küçük itiraf anı sevgili gizli günlüğüm, haki parkayı ben şahsen çok seviyorum. Egemen kültürün (falan yazıyorum artık, iyice ciddi bir müessese oldun he zilli günlük) devrimcileri karikatürize etme çalışmalarından haki parka da nasibini aldı. Yine de kalbimi egemen kültürün saldırılarına karşı kilitleyip haki parka fanlığıma gizli gizli devam ediyorum.
Haki parka fanlığı, aile geçmişim, çocukken annemin söylediği ninniler eşliğinde çok zaman geçmeden küçük bir sosyalist oldum. Büyütüldüğüm ninniler, dinlenmesi yasak olan devrimci türkülerdi tabii. Büyüdüğüm evde haki ve kızıl her yerdeydi ama zamanla gözüm renk paletinde eksik olan moru aramaya başladı. Mora ne hacet sevgili günlük, sonuçta işçi anne babanın çocuğuydum ve mor ne kadar da burjuva rengiydi öyle değil mi?
Değilmiş işte sevgili günlük. Büyüdükçe patriyarkayla (maalesef) daha yakından tanış oldum. Sokakta yürürken edildiğim tacizler, erkeklerin toplumdaki ayrıcalıkları, erkek şiddeti hayatıma dahil olmaya günden güne devam etti. Benim de mor renge duyduğum sempati ve kadın mücadelesinin içinde olmaya yönelik ihtiyacım önlenemez şekilde arttı.
Gel zaman git zaman bir kadın örgütünde örgütlendim, en azından ben öyle zannettim uzun süre. Tabii o zamanlar öncülerin öncüsü bir “yoldaş”ın dediği gibi, sadece feminizm bu sistemle mücadele etmek için yetmezmiş; derhaliyetle üyesi olduğum kadın örgütünün bağlı olduğu sosyalist partiye de üye olmam gerekirmiş. Mor öyle çok da matah bir renk değilmiş, sonuçta kızıldan türemiş vesaire.
Sosyalist bir örgütlenme içerisinde olmak zaten karşısında durduğum bir durum değil, beni yanlış anlama sevgili günlük. Fakat sosyalist bir örgütte örgütlüyüm zannettiğim yıllar içerisinde yaşadığım bitmek bilmeyen fecaatin, kahır kıyametin bünyemde yarattığı öfkeyi inkar edemeyeceğim. Her neyse, bir süre örgütlü kaldım ve inanılmaz önemli sosyalist parti toplantılarına götürdüğüm not defterimin kenarına köşesine “canına yandığımın sosyalizmi, feminizm olmadan neye yarar; mor kızıldan daha güzel” gibi aşık feminist-i şerif olarak çeşitli notlar aldım.
Şimdi hak geçmesin sevgili günlük, üyesi olduğum örgütte yok yoktu. Avuç avuç kariyerizm, psikolojik olsun fiziksel olsun aklına gelebilecek her türlü şiddet biçimi (bolca), hayatı kadın “yoldaş”larına full time zehir etme kabiliyeti ve bizim tarafımızdan eklenen bir tutam da feminizm (evet tarafımızdan).
Bir tutam feminizm, bu eril kıyamet sosyalist partinin başına dert oldu. Anlayabileceğin gibi erkek şiddeti karşısında tutum aldık ve feministler olarak tasfiye edildik. Sen hiç tasfiye edildin mi mor günlüğüm? Merak etme, bir feministin günlüğüsün. Böyle korkulara kapılmanı gerektirecek bir hayatın olmayacak.
Şimdi gelelim günlerdir aklımdan çığlık çığlığa “neden, nasıl” diye dönen düşüncelere. Biz epey olaylı bir ayrılık yaşadık, ben ve canım feminist arkadaşlarım epey tarumar edildik, yaşananların üzerinden de aylar geçti. Aylar geçti ama çeşitli platformlarda veya kişilerle aldıkları görüşmelerde hakkımızda “onlar zaten polis, ajan” gibi akıl almaz cümlelerle bizi hedef göstermeye devam ediyor. Bu cümleleri akıl almayacağı gibi rasyonel olan her şey koşarak uzaklaşır. Neyse ki eski “yoldaş”lar rasyonel olmaktan mütemadiyen uzak durmayı görev sayıyor. Yani o yüzden mantıklı olmak gibi sıradan insani dertleri yok. Ağızlarına gelen her şeyi söyleyebiliyorlar çoğumuzun aksine.
Yalan kusmayı hal edinen eski tanıdıkların (bu şahısları “yoldaş” kelimesiyle bir kere daha tanımlamayı içim almadı sevgili günlük, artık “tanıdıklar” kelimesini kullanacağım) bize yönelttiği suçlamalar, onları ciddiye alma gafletine düştüğüm bazı zamanlar ağırıma gidiyor. Yakın zamanda yine böyle bir şey yapmışlar ortak bir platformda, toplantıya katılan arkadaşımız anlattı. Ben de günlerce “nasıl böyle asılsız bir suçlama yapabilirler, devrimci etiği (sanki varmış gibi), devrimci değerleri (sanki kalmış gibi), nasıl göz göre göre ayaklar altına alabilirler? Kadınları polis olmakla suçlayarak nasıl hedef gösterebilirler (sanki kadın mücadelesi umurlarındaymış gibi)” diye düşünürken aklıma bu tanıdıklardan (benim için) en allahın belasıyla ilgili bir anı geldi. İsmini vermek istemiyorum, Allahın Belası diyeceğim.
Şimdi sevgili günlük, iki sene öncesi falan sanırım. Üyesi olduğum örgütle bir genç kadın festivali düzenliyorduk. Tanınır kadın müzisyenleri ve üniversitelilerin kurduğu üç tane müzik grubunu davet ettik.
Festival günü, festivali örgütleyen kadınlar olarak abartısız bokumuz çıktı. Teknik aksaklıklar yaşadık. Daha kötüsü soundcheck o kadar uzun sürdü ki, sanatçıların sahne süreleri neredeyse yarı yarıya düşmek zorunda kaldı. Ve tabii ki Allahın Belası gün boyunca bizim için zaten zorlu geçen bu deneyimi çileye çevirdi. Çünkü Allahın Belası’nın yemek yediğimiz saatten sigara içmemize kadar her konu hakkında çok önemli fikirleri vardı ve bu fikirlerini dürtükleye dürtükleye bize dayatmasa olmazdı.
Sahne alan bir grup, onlara verebileceğimiz süreyi beğenmedi ve küçük bir tartışma yaşadık. Hepimiz gruba sakince durumu izah etmeye çalışırken Allahın Belası olaya dahil oldu ve sakinliğin yerini hararet almaya başladı. Grup üyelerinden birinin annesi de o gün çocuğunu izlemek için festivale gelmiş, “alacakları sahne için günlerce prova yaptılar, yaptığınız yanlış” diyerek öfkesini dile getirirdi. Peki Allahın Belası durur mu? Mantıklı davranabilir mi? Tabii ki hayır. Birden bire Allahın Belası, kadına “SEN PROVAKATÖRSÜN, POLİSSİN, FESTİVALİ BOZMAK İÇİN AJAN OLARAK GELDİN” diyerek bağırmaya başladı.
Duyduklarım karşısında şok oldum sevgili günlük. Sadece ben de değil; Allahın Belası, kadını polislikle suçlamaya başlayınca herkes şok olmuş olacak ki “aklın yitirilişi” ismini verdiğim küçük bir sessizlik anı yaşandı. Sonra hep birlikte Allahın Belası’na kadının grup üyelerinden birinin annesi olduğunu anlatmaya çalıştık ama nafile. Allahın Belası polis olarak suçlayabileceği birini bulunca iyice gaza geldi. Tartışma iyice büyüdü, sesler yükseldi bense yorgunluktan bitap halimle bir taraftan yavaşlayan algıma rağmen olayı nasıl çözeriz diye düşünüyor diğer taraftan da Allahın Belası’nı susturup bu aptallığa bir son vermesi için ne yapabiliriz diye çaresizce etrafıma bakıyordum.
Bu anı aklıma gelince Allahın Belası ve “yoldaş”larının, herhangi bir insanı polislikle suçlamak için geçerli sebeplere ihtiyaç duymadıklarını hatırladım. Beynimde dönen “neden, nasıl” balonu bir anda patladı. Çocuğunun haksızlığa uğradığını düşünen bir kadına dahi pervasızca polis, ajan diyen bir insanın aynı pervasızlık ve “götü kurtarma” refleksiyle bize de bu suçlamayı yöneltmesi hiç sürpriz değil sevgili günlük.
Belki de asıl sürpriz; bu kadar yozlaşmanın, çürümenin içerisinde hala devrimci değerlere sahip çıkan birilerinin var olmasıdır. Feministlerin, oyunbozanlığı kuşanıp patriyarkayla kol kola giren yapıların burnundan fitil fitil getirmesidir.
Görüşmek üzere sevgili günlüğüm. Her nerede büyütülürse büyütülsün; patriyarkaya bin tekme, sana selametle.
Feminist Çerçeve sitesinden daha fazla şey keşfedin
Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.
