Sabriye Akkul

Masalların sonu hep düğünle biter. Televizyon dizilerinde aynı çifte defalarca düğün yapılır. Ünlü birinin evliliği gündemimizi günlerce meşgul eder. Sanki hayat, gelinlikle zirveye ulaşır, düğünle tamamlanır.
Benimse kafamda bir gelinlik yoktu hatta günün birinde evleneceğime dair bir düşünce de taşıdığım söylenemez. Evlilik kararı vermenin dahi bir kadın için çok zorlu bir yol olduğunu düşünüyorum. Çocukluğumdan bu yana hep evlendiği için mutsuz olduğunu ima eden, bunun üzerine şaka yapan erkekler tanıdım. Yaşamlarının elinden alındığı yönünde güçlü ve yaygın bir kanı geliştirmişlerdi. Oysa hiçbir erkek tanımadım ki evlendiği için statüsü sarsılsın, akademide evli olduğu için daha az ciddiye alınsın ya da “çocuk yapmaya hazır mısın, bu iş hayatının sonu” gibi söylemlere maruz kalsın.
Bir düğün hayalim yoktu ama toplum, bu hayali benim yerime çoktan kurmuştu. Ne giyeceğimden nasıl yürüyeceğime, kimle “bir ömür” diyeceğime kadar her şey belirlenmiş gibiydi.
O zaman fark ettim: Düğün dediğimiz şey sadece iki kişinin birlikte olma kararı değil, aynı zamanda toplumun onay töreniydi. Ailelerin, komşuların, devletten alınan iznin, dinin, geleneklerin iç içe geçtiği bir tören. “Artık biz de kabul ediyoruz,” denilen bir seremoni. Ve bu kabul, çoğu zaman kadının kimliğini, varlığını ve söz hakkını bir törende devretmesiyle başlıyordu.
Çoğu zaman evlilik bir aşk hikayesi gibi anlatılır. Oysa aşk bu anlatının yalnızca ambalajıdır. Altında, çok daha kalın bir yapı vardır: Toplumun onayı, ailenin içinin rahat etmesi, soyadının değişmesi, bekaretin meşrulaşması, ev içi emeğin kurumsallaşması… Yani düğün, sevginin değil, sistemin onay mekanizmasıdır.
Bu nedenle biz, büyük düğünlerden uzak durup sade bir nikah planladık. Ne var ki, sadelik bile toplumsal beklentilerin sesini kısmaya yetmedi. Gelinliğin modelinden saçımın şekline kadar herkesin söyleyecek bir sözü vardı. “Gelin gibi olmalısın” cümlesi, sanki nikah masasında kimliğimi onaylatmam için bir zorunluluk gibiydi.
Düğün yapmama kararımız bazılarına göre “yarım kalmış” bir hikaye demekti. Oysa benim için yarım kalan bir şey yoktu; eksik olan tek şey, başkalarının zihnindeki o masalsı final sahnesiydi. Yine de fark ettim ki, bu törenlere karşı mesafeli olmak, beni beklenti zincirinden tamamen kurtarmıyor.
Ne var ki, böyle hazırlıklar kadın için türlü sorumluluklar, seçimler ve bir hesap verme aracı iken, erkek için çoğu zaman yalnızca belli anlarda bulunma ve maddi bir yükümlülükten öteye gitmiyor. Kadın için bir “memnuniyet alanı” oluşturuluyor; etrafındaki herkes o günün senin “en güzel günün” olduğunu, mutlaka memnun olman gerektiğini söylüyor. Tabii beraberinde senden taleplerini listelemeni bekliyor. Herkes zaten hayallerinde bu kararları çoktan verdiğine inanıyor.
Oysa sen bunları düşünmeyi hep ertelemişsin. Hayal kurmamış, prova yapmamış, hatta bazılarını gereksiz bulmuşsun. Buna rağmen, çevrenin talepleri öyle şekilleniyor ki, hem topluma ispat edilmesi gereken şeyler ispatlansın hem de “maddi” zorluklar çıkarmasın. “Hem şatafat olsun hem masrafsız,” “hem geleneklere uygun olsun hem de modern görünsün,” “hem herkes mutlu olsun hem de sen sorun çıkarmayasın.”
Bir noktadan sonra, düğün hazırlığı dediğin şey, iki kişinin ortak kararı olmaktan çıkıyor. Kadın, etrafındaki herkesin projelendirdiği bir günün yöneticisi haline geliyor. Misafir listesi, menü, masa düzeni, saç-makyaj saati, fotoğraf çekimi… Hepsi “senin kararın” gibi sunuluyor ama gerçekte herkesin söz hakkı var, senin ise sorumluluğun.
Ve işin en ironik yanı, tüm bu yük, “senin en mutlu günün” bahanesiyle sana kabul ettiriliyor. Oysa bazen o gün, en çok başkalarının mutluluğuna hizmet ediyor.
Gün yaklaştıkça artan bir başka baskı da elbette gelinlikti. Bu kararı verdiğimiz ilk günden itibaren gelinlik, neredeyse herkesin ana gündemi haline geldi. Benim ise aklıma gelinlik modellerine bakmak, ilk sorulduğu anın ardından geldi. Ve kendimi, içinde nasıl hissedeceğimi bile bilmediğim bir kıyafet üzerine düşünürken buldum.
Bu süreçte, kendime bir yol bulmak için düğün ve gelinlik üzerine yazılmış metinleri okumaya başladım. Lisa Walker’ın Feministler Brideland’de adlı makalesinde; queerlerin, feministlerin, dezavantajlı kadınların hatta uzun yıllardır mücadele yürüten kadınların bile hayallerinde bir düğün sahnesi olduğundan, düğün atmosferine girildiğinde gelinliğin özenle seçildiğinden söz ediliyordu. Oysa ben hayatımın hiçbir döneminde böyle hissetmedim.
Walker’ın yazısını okurken, satır aralarında bize ne kadar edilgen olduğumuzun söylendiğini fark ettim. Ama kendi deneyimime baktığımda, en çok edilgen hissettiğim anın bu olmadığını düşündüm. Benim için asıl edilgenlik, başkaları mutlu olsun diye çeşitli seremonileri yerine getirmek zorunda kalmakta gizliydi. Çünkü insan, başkalarının mutluluğunu garanti altına almak için bu ritüellere boyun eğdiğinde, kendi hikâyesinin kenarında durmaya başlıyor. Üzgün hissetmekten çok, kendi öznel kararlarının geri plana itildiğini görmek… İşte o, benim gerçek edilgenlik tarifim.
Çeşit çeşit gelinlik denemeleri, kabarık modeller, kat kat tüller, dantelli tasarımlar… bunların içinde olmak bana göre değildi. İnternetten gördüğüm sade bir nikâh elbisesini almayı tercih ettim. Ama bu karar, beraberinde beklemediğim kadar sorun ve gerginlik getirdi.
En başta aileler, o “gelinlik deneme” seremonisinin ne kadar kıymetli olduğunu hatırlattı durdu. Meğer bu yalnızca bir alışveriş değil, başlı başına bir toplumsal ritüelmiş. Bir gelin adayının, annesiyle, yakınlarıyla, kimi zaman kalabalık bir heyetle gelinlik provalarına gitmesi; onların beğenilerini, onaylarını alması bekleniyormuş. Bu süreci yaşamamak, yalnızca bir tercih değil, sessizce ama sert bir şekilde “kurala uymamak” anlamına geliyormuş.
Daha da önemlisi, bunu yapmamanın, seni ne kadar “ayıp eden” bir evlat, “uygun olmayan” bir çocuk haline getirebileceğini işte o anda fark ettim. O beyaz kabarık elbiseyi denemek, yalnızca düğüne hazırlık değil; ailelerin, çevrenin, hatta kendi topluluğunun “bizim gelinimiz” dediği anın bir parçasıymış. Bu ritüelden vazgeçtiğinde, aslında yalnızca bir kıyafeti değil, o aidiyet duygusunun da dışına çıkmış oluyorsun.
Nikahım henüz olmadı. Ama şimdiden, “Her şey senin mutluluğun için” cümlesinin kulağa hoş gelen bir dilekten çok, üzerime yüklenen görünmez bir yük olduğunu hissediyorum. Bu söz söylendiğinde, karşılık olarak gülümsemen, memnuniyetini belli etmen, “en mutlu gün”ün gereklerini yerine getirmen bekleniyor. Sanki bütün hazırlıkların, bütün kararların sana ait olduğu, senin mutluluğun için yapıldığı varsayılıyor. Oysa çoğu zaman bu kararların sana değil, başkalarının hayallerine, geleneklere ve “ne derler”e ait olduğunu biliyorsun.
Bu cümle, bir yandan sana “merkezde sen varsın” mesajı verirken, diğer yandan sana ait olmayan onlarca kararı kabul etmeni kolaylaştırıyor. Düğün mekanından davetli listesine, masa düzeninden gelinliğin modeline kadar her detay, senin mutluluğun için yapıldığı iddiasıyla sana sunuluyor. Ancak gerçek şu ki, bu “mutluluk” anlayışı senin kendi ölçütlerinden değil, toplumun sana biçtiği rolden besleniyor.
Daha da ilginç olan, ritüelleri azaltmak ya da tamamen ortadan kaldırmak istediğinde bile bu mekanizmanın işlemeye devam etmesi. Düğün salonu yoksa “küçük oldu” deniyor; gelinlik yoksa “eksik” sayılıyorsun; davetiye listesi daraltılırsa “ayıp” ediyorsun. Yani törenin biçimi değişse de, toplumsal onay mekanizması yerli yerinde duruyor. Ritüellerin azaldığı yerde, onların temsil ettiği değerler yeniden üretiliyor.
Düğünü sadeleştirmek ya da ritüellerden kaçınmak çoğu zaman sistemi dönüştürmüyor. Çünkü sistem, sadece o törensel yüzeyden ibaret değil. Asıl mesele, kadınların evlilik sürecinde nerede durduğunu belirleyen görünmez kurallar. Bu kurallar, düğün salonunun tavan süslerinden, gelin buketinin renginden çok daha derinlerde; toplumsal cinsiyet rollerinin içinde, aile yapısında, hatta dilin kendisinde saklı.
Hazırlık sürecinde en sık karşılaştığım şeylerden biri, erkeklerin bu yükten ne kadar az pay alması oldu. Düğünün sorumlulukları “kadına ait işler” olarak görülüyor: menüyü belirlemek, fotoğrafçıya karar vermek, oturma planını yapmak… Erkeğin rolü çoğu zaman belli anlarda “hazır bulunmak” ve maddi katkı sağlamakla sınırlı kalıyor. Buna rağmen, dışarıdan bakıldığında düğün “iki kişinin ortak kararı” olarak sunuluyor. Oysa yükü taşıyan çoğunlukla kadın, takdir edilen ise çoğunlukla erkek oluyor.
“Senin mutluluğun için” cümlesinin en baskıcı hali, tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Çünkü bu söz, itiraz etmenin önünü kapatan bir anahtar gibi. “Bunu istemiyorum” dediğinde, karşılık olarak “Ama bu senin için” cevabını alıyorsun. Böylece, istemediğin bir gelinliği giymek, sevmediğin bir mekânda nikah kıymak, tanımadığın insanlara davetiye göndermek bile “mutluluk” adı altında zorunlu hale geliyor.
Gelinlik örneği bunun en görünür hali. Ben sade bir nikah elbisesi seçtiğimde, ailelerin tepkisi yalnızca bir kıyafet tercihiyle ilgili değildi. Asıl mesele, bir ritüelin iptal edilmesiydi. Gelinlik deneme seremonisi, başlı başına bir toplumsal onay sahnesiymiş. Bir gelin adayının, annesiyle, teyzesiyla, kuzenleriyle birlikte gelinlik provalarına gitmesi; aynanın karşısında dönerek, onların gözlerindeki onayı görmesi bekleniyor. Bu sahne yaşanmadığında, sen yalnızca bir provayı değil, ait olduğun topluluğun “bizim gelinimiz” dediği anı da iptal etmiş oluyorsun.
Ve işte tam burada anladım: Törensel ritüelleri ortadan kaldırmak, toplumsal ilişkilerin yapısını değiştirmiyor. Sadece sahneyi boşaltıyor, ama oyunun senaryosu aynı kalıyor. Sen o sahneye çıkmasan bile, senin yerine yazılmış rol orada duruyor. Bu yüzden sistemi içeriden dönüştürmek kolay değil. Çünkü onun temeli, kadınların konumunu ve sorumluluklarını belirleyen o görünmez senaryoya dayanıyor.
Düğün ya da nikah sürecinde atılan her küçük adım, bu senaryonun yeniden üretilmesine hizmet edebiliyor. Misafirleri memnun etmek, “ayıp” etmemek, ailenin yüzünü güldürmek… Tüm bunlar sana “gönüllü” gibi hissettiriliyor ama gerçekte büyük ölçüde zorunluluk. Mutluluğun tanımı bile sana ait değil; başkalarının gözünde nasıl göründüğünle ölçülüyor.
Benim için mesele, bu zincirin farkında olmak. “Senin mutluluğun için” diye başlayan cümlelerin çoğunun, aslında başkalarının memnuniyetini garanti altına almakla ilgili olduğunu biliyorum. Nikahım yaklaştıkça, kendi kararlarımı korumak, kendi hikâyemin merkezinde kalmak istiyorum. Bu, belki sistemi değiştirmez. Ama bana biçilen rolü eksiksiz oynamamayı seçmek bile, küçük de olsa bir direnç noktası yaratır. Ve belki de değişim, tam olarak buradan — o rolü reddeden her küçük karardan — başlar.
Tüm bu süreçte şunu gördüm: İstesem de istemesem de, bu düzen kendi ritmini sürdürüyor. Ben hayal kurmamış olabilirim, o büyük sahneyi istememiş olabilirim, ama adımımı attığım anda bütün o roller, bütün o ritüeller etrafımda dönmeye başlıyor. Kimi zaman sessizce, kimi zaman açıkça, beni kendi akışına çekiyor. Bazılarını yalnızca karşı taraflar mutlu olsun diye kabul ediyorsun, bazılarını ise reddetsen bile başka bir biçimde karşına çıkıyor.
Bu yüzden mesele, kişisel tercihlerden çok daha derinde. Senin arzun ya da mesafen bu mekanizmayı durdurmaya yetmiyor; çünkü o zaten senin iradenden bağımsız olarak işlemeye devam ediyor. Birkaç detayı değiştirerek, törensel süsleri azaltarak ya da gelinliğin rengini farklı seçerek bu sistemi dönüştürmek mümkün değil. Bu yapı, seni nereye koyacağını en başından bilen bir senaryoya dayanıyor.
Senaryo, sahne değişse de, dekor sökülse de aynı kalıyor. Yani içine girerek sistemi değiştiremezsin; çünkü o sistem, seni içine aldığında kendi kurallarına uyduruyor. Gelinliğin rengi farklı olabilir, davetli listesi kısalabilir, müzik listesi bambaşka parçalarla dolabilir; ama değişmeyen şey, bu düzenin işleyişi.
Bu yazıyı yazmak istedim çünkü tüm bunlar olurken kendimi tarif edebileceğim bir alan, bir yazı ya da film bulamadım. Gerçekten de bütün bu süreçlerin ortasında, ritüellerin, beklentilerin ve dayatmaların arasında sıkışmış birinin deneyimini anlatan bir şeyle karşılaşmadım. Ve düşündüm ki, belki benim gibi bunların hayalini kurmamış, evleneceğini düşünmemiş, hatta çevresi mutlu olsun isterken her şeyin bu düzeyde büyüyeceğini öngörememiş kadınlar vardır. Belki onlar da, bir şekilde adım attıkları bu yolun, kendi isteklerinden çok başkalarının beklentileriyle şekillendiğini fark ediyorlardır.
Ve bu yazıyı okuyan kız kardeşim,
Eğer hayalinde bir gelinlik varsa, bunda hiçbir sorun yok. Eğer tüm bu seremoniler sana yabancı, ait olmadığın bir dünyanın parçası gibi geliyorsa, bunda da sorun yok. Arzun da, mesafen de politiktir.
Feminist Çerçeve sitesinden daha fazla şey keşfedin
Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.
