Nurçin İleri, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde bilim, teknoloji, doğa ve çevre tarihi üzerine çalışan bir araştırmacı. Çalışmalarında küresel kapitalizm, altyapı, emek, toplumsal cinsiyet ve tüketim kültürünün kesişimlerine odaklanıyor. İstanbul’un elektrik tarihi üzerine yazdığı kitap projesi ve doğa tarihi koleksiyonları üzerine sürdürdüğü araştırmalarıyla, modernleşme süreçlerinin gündelik yaşamı, kentleri ve bilgi üretim biçimlerini nasıl dönüştürdüğünü inceliyor. Elektriğin şehirlere girişiyle değişen gündelik hayatı, kadınların geceleri kamusal alanları kullanma biçimlerinin dönüşümünü ve bütün bu dönüşümlerin ardındaki toplumsal cinsiyet dinamiklerini inceliyor. Onunla hem Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan ışığın hikâyesini hem de feminist bir gözle tarihe bakmanın imkânlarını konuştuk.

Merhaba Nurçin, nasılsın? Bize biraz kendinden bahsedebilir misin?
Merhaba. Öncelikle söyleşi davetiniz için çok teşekkür ederim. Geç Osmanlı Devleti ve erken Cumhuriyet dönemi, yani geç on dokuzuncu yüzyıl ve erken yirminci yüzyıl Türkiye’sinde bilim, teknoloji, doğa ve çevre tarihi alanında çalışmalar yürüten bir araştırmacıyım. Genelde çalışmalarımda küresel kapitalizm, altyapı, emek, toplumsal cinsiyet ve tüketim kültürü temalarının birbirleriyle nasıl kesiştiğini; bu dinamiklerin gündelik hayatı, kentleri, doğayı ve bilgi üretim biçimlerini nasıl şekillendirdiğini inceliyorum. Özellikle elektrifikasyon, kamu hizmetleri, enerji kullanımı, kentleşme ve doğayla kurulan ilişkiler gibi konular üzerine odaklanıyorum. Şu sıralar, İstanbul’un elektrik tarihi üzerine yazdığım kitap projesi ve geç Osmanlı döneminde doğa tarihi koleksiyonları üzerine bir araştırma projesi üzerine yoğunlaşmış durumdayım.
Geç Osmanlı İmparatorluğu’nda elektrikli aydınlatmanın şehir yaşamına girmesiyle birlikte, kamusal alanın kullanımı da dönüşmeye başlamış olmalı. Bu dönüşüm nasıl gerçekleşti?
Genellikle “aydınlatma” dendiğinde akla doğrudan elektrikli aydınlatma geliyor. Ancak yapay aydınlatmanın tarihi elektriğin öncesine uzanır. Diğer pek çok toplumda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da gecenin karanlığını bertaraf etmek için mum, hayvansal yağlar ve gaz yağı gibi farklı malzemelerle aydınlatma sağlanmıştır. Özellikle gaz yağı, sokak aydınlatmasında uzun süre yaygın biçimde kullanılmıştır. Daha sistemli bir sokak aydınlatması ise 19. yüzyılda havagazının şehirlerde kullanılmasıyla mümkün olmuştur. Burada “sistemli”den kastım, sanayi üretimine dayalı bir şehir şebekesi aracılığıyla dağıtımı yapılan, belirli düzenlemelere ve teknik altyapıya tabî bir aydınlatma. İstanbul’da 1850’li yıllardan itibaren havagazıyla bazı kamusal alanların aydınlatıldığına dair veriler bulunuyor. Elektrikli aydınlatma ise 1890’larda sınırlı denemelerle ortaya çıksa da, esas olarak 1910’lu yıllarda şehir ölçeğinde bir elektrik santralinin kurulmasıyla hem tramvaylarda hem de sokaklarda yaygınlaşmaya başlıyor. Elbette bu gelişme İstanbul özelinde geçerli; diğer şehirlerde benzer süreçler farklı zaman dilimlerinde yaşanıyor. Genel olarak erken Cumhuriyet döneminde elektrik enerjisine büyük önem verildiğini ve ülke genelinde, büyük-küçük birçok şehrin elektrikle donatılması için ciddi çaba harcandığını söyleyebiliriz.
Havagazı ve elektriğin kullanıldığı yapay aydınlatmayla kentlerin daha uzun süre yaşanabilir hale gelmesi mümkün oluyor. Bu dönüşüm, aynı zamanda kentteki birçok başka değişimle paralel ilerlemiş. Örneğin Osmanlı özelinde düşünecek olursak, on dokuzuncu yüzyıl Tanzimat reformlarıyla birlikte kent yönetimi, altyapı hizmetleri ve kamusal mekânlar yeniden düzenlenmiş; sağlık, güvenlik ve hijyen gibi meseleler modernleşme politikalarının merkezine yerleşmiş. Bu dönemde sokakların aydınlatılması sadece teknik bir mesele olarak değil, aynı zamanda gece kamusallığının yeniden tanımlanması, kentlilerin hareketliliğinin artması ve düzenin sağlanması açısından da önemli bir araç olarak görülmüş. Aydınlatma, modern bir şehir yaşamı tahayyülünün parçası hâline gelmiş; güvenlik, temizlik ve medeniyet söylemleriyle ilişkilendirilmiş. Elektriğin devreye girmesiyle birlikte bu dönüşüm daha da hız kazanmış; elektrikli aydınlatma hem teknolojik ilerlemenin bir simgesi olmuş hem de gündelik hayatın ritmini, geceyle kurulan ilişkiyi köklü biçimde değiştirmeye başlamış.
Ayrıca bu dönem, Osmanlı toplumunun Avrupa yaşam ve tüketim kültürüyle daha yoğun biçimde temas ettiği bir dönem. Özellikle insan, meta ve bilgi akışının hızlandığı liman kentleri düşünüldüğünde, Osmanlı şehirlerinde yeni tüketim alışkanlıklarının ortaya çıktığı görülür. Birahaneler, tavernalar, tiyatrolar ve sinemalar gibi geceyi kamusal alanda geçirme pratiğini teşvik eden mekânlar bu dönemde yaygınlaşır. Bu tür mekânlar sadece yeni eğlence biçimlerini değil, aynı zamanda yeni toplumsal ilişkilenme biçimlerini de beraberinde getirir. Yapay aydınlatma ise bu mekânların varlık koşullarından biridir; havagazı ve daha sonra elektrikle sağlanan aydınlatma, gece yaşantısını mümkün kılarak şehirde zaman ve mekân algısını dönüştürmüş olmalı.
Bu dönüşüm toplumsal cinsiyet rollerini özellikle kadınların kamusal alandaki görünürlüğünü nasıl etkiledi? Bu yeni görünürlük sizce özgürleştirici bir deneyim miydi, yoksa yeni bir gözetim biçiminin parçası mıydı?
Daha önce de belirttiğim gibi, kent mekânında on dokuzuncu yüzyıldan itibaren yaşanan dönüşüm, yalnızca aydınlatmayla sınırlı olmayan, yeni bir kentsel tüketim kültürünün şekillenmesinde çeşitli bileşenlerin rol oynadığı kapsamlı bir değişimin parçası. Elbette yapay aydınlatmanın devreye girmesiyle birlikte kentlerin geceleri daha uzun süre “yaşanabilir” hale gelmesi, kadınların da kamusal alana daha görünür biçimde katılmasına olanak tanımıştır. Bu anlamda, aydınlatma belli ölçüde özgürleştirici bir araç olarak değerlendirilebilir. Özellikle belirli sosyal sınıflardan kadınlar için tiyatro, sergi, konser ve alışveriş gibi etkinliklere katılımın artmasıyla, kamusal hareketlilik artık yalnızca gündüzle sınırlı kalmamış, geceye doğru genişlemiştir. Bunu dönemin dergi ve gazete haberlerinde veya edebi kurgularında görmek mümkün.
Ancak bu görünürlüğün yalnızca özgürleştirici değil, aynı zamanda yoğun bir denetimle iç içe geçtiğini de vurgulamak gerekir. Michel Foucault’nun “denetim toplumu” analizleriyle birlikte düşünüldüğünde, yapay aydınlatma yalnızca bireylerin birbirini görebilmesini değil, aynı zamanda devletin, belediyelerin ve toplumsal ahlak normlarının bireyler üzerindeki gözetim ve kontrolünü güçlendiren bir mekanizma hâline gelmiştir. Kadınların gece saatlerinde kamusal alanda var olmaları, sadece bir mekânsal genişleme değil, aynı zamanda kıyafetlerinden yürüyüş tarzlarına, eşlik ettikleri kişilere kadar birçok yeni toplumsal kod ve beklentiyle kuşatılmış bir görünürlük biçimine dönüşür. Bu gözetim pratiklerinin hukuki ve idari düzenlemelerle desteklendiği de açık. Örneğin 1865 tarihli Tramvay Şartnamesi’nin bir maddesi, erkeklere ait vagonlar gece yarısına kadar çalışabilirken, kadınlara ayrılan vagonların seferleri gün batımında sona erecek, der. Bu ayrım, kadınların geceleri kamusal ulaşım hakkına dahi sınırlı biçimde erişebildiğini gösterir. Benzer şekilde, Müslüman kadınların kamusal alanda nasıl giyinmeleri gerektiğine dair ayrıntılı düzenlemeler de mevcuttu; peçelerinin hangi kumaştan yapılacağı, elbiselerinin vücut hatlarını belli etmeyecek şekilde olup olmayacağı gibi konular, ahlaki normlar çerçevesinde belirlenmişti. Kadınların “âdab-ı İslâmiye’ye ve tenbihât-ı vâkiaya muhalif” herhangi bir hâl ve harekette bulunmaları durumunda ise Zaptiye Nezareti tarafından cezalandırılmaları öngörülüyordu. Bu çerçevede, kadınların belli saatlerden sonra sokağa çıkmalarını engellemeye yönelik çeşitli idari uygulamalar da gündeme gelmişti. Bu tür düzenlemeler, kadınların kamusal alandaki varlığını belirli sınırlara hapsederken, gece saatlerinde gerçekleşen kadın hareketliliğini doğrudan kontrol altına almayı hedefliyordu.
Geç Osmanlı döneminde kadınların kamusal görünürlüğü, modernleşme söylemleriyle iç içe geçen “terbiye” ve “namus” kavramları çerçevesinde şekillenmişti. Yapay aydınlatma, bu normatif düzenin görünürlük üzerinden yeniden üretildiği bir zemin sunuyordu. Dönemin edebi metinleri üzerinden bakalım: Namık Kemal’in İntibah’ında Mahpeyker, Hüseyin Rahmi’nin Şık’ında Madam Potiş, Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası’nda Periveş Hanım gibi kadın karakterler, gecenin ve kamusal alanın ahlaki tehlikeleriyle ilişkilendirilir. Bu tür temsiller, kadınların gece sokakta görünmesini “uygunsuzlukla” özdeşleştirerek diğer kadınlar için de kent mekânını potansiyel olarak tehlikeli bir alan hâline getirir. Aynı şekilde, dönemin basınında Avrupalı, Levanten, Müslüman ve gayrimüslim nüfusun bir arada bulunduğu mekânlar ahlaki çözülmenin simgeleri olarak aktarılır.
Bu bağlamda, yapay aydınlatmanın sınıfsal boyutunu da göz ardı etmemek gerekir. Her kadın bu yeni görünürlük alanına aynı ölçüde erişememiştir. Şehir merkezlerinde, özellikle Pera ve Galata gibi semtlerde yaşayan ve belirli bir sosyal sermayeye sahip orta ve üst sınıf kadınlar için yapay aydınlatmanın sağladığı kamusal mekânlar görece daha güvenli ve meşru bir hareket alanı sunarken; alt sınıflardan gelen, kentin çeperlerinde yaşayan kadınlar için aynı mekânlar, damgalanma, dışlanma ve yoğun gözetim riskini beraberinde getirmiştir. Örneğin, 1850’lerden itibaren savaşlar ve göç hareketleri nedeniyle İstanbul’un nüfusu hızla artmış, bu artış özellikle yoksul kadın nüfusun kent dokusu içinde daha görünür hale gelmesine neden olmuştur. Bu kadınların bir kısmı hizmet sektöründe istihdam edilse de, kimi zaman dönemin ahlaki normlarının dışında tanımlanan, seks işçiliğine de yönelmek zorunda kalmışlardır. Kentin modernleşen yapısı içinde kadınların kamusal alandaki varlığı arttıkça, hem sınıfsal hem de etnik farklılıklar temelinde kadınlar arası gerilimler de derinleşmiştir. Kadınların kamusal görünürlüğü ve kontrol edilemeyen cinsellik deneyimleri, kadın bedenini giderek daha fazla idari ve hukuki düzenlemelerin, ahlaki endişelerin ve toplumsal kaygıların hedefi hâline getirmiştir.
Kısacası, her ne kadar kentsel dönüşüm bazı bireylere yeni özgürlük alanları sunmuş olsa da, kadınlar bu dönüşüm sürecinde kültürel ve ekonomik olarak daha kırılgan bir konuma itilmiştir. Hızla değişen kentin fiziksel ve sosyal topografyası, çoğunlukla erkeklere ait yeni mekânlar üretmiş; kadınların hareket alanları ise bu yeni erkek egemen düzen içinde sınırlandırılmıştır. Gece aydınlatması da kadınların kamusal alandaki varlığını niceliksel olarak artırmış olabilir; ancak bu görünürlük, modernliğin cinsiyetçi ve sınıfsal sınırları içinde şekillenmiş, hem özgürleştirici hem de denetleyici etkiler barındıran çelişkili bir deneyimin parçası olmuştur.
Kadınların günümüzde gece kent mekânını kullanma, dolaşma ve kamusal alanda var olma biçimlerini geçmişteki deneyimlerle karşılaştırdığınızda, sizce ne tür süreklilikler ve kopuşlar söz konusu?
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan kısa bir makalemde verdiğim bir örnek benim için çok çarpıcıydı. 1896 yılında evinde ölü bulunan Kamelya Hanım’ın ardından gazeteler bu sansasyonel haberi en ince ayrıntılarıyla aktarıyorlar. Ancak birkaç haberde Kamelya Hanım’ın “uygunsuz” kadınlardan olduğunu sokaklarda, sayfiye yerlerinde kendini teşhir amacıyla gezindiğini yazıyorlar. Yani burada imâ edilen şey onun bu ölümü zaten hak etmiş olabileceği! Bu olaydan bir asrı aşkın bir süre sonra 2016 yılında Bağdat Caddesi’nde bir kadın evine giderken gaspa ve tecavüze uğruyor. Ve gazetelerde bu olayı aktaran haberlerdeki söylem oldukça benzer: “Gecenin o saatinde orada ne işi vardı?” Bu iki olaya dair üretilen söylemler arasındaki benzerlik tesadüf değil. Ve ne yazık ki günümüzde de bu söylem çok yaygın. Patriyarkal söylem ve eril denetim, aradan yüz yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen kadınların gece sokakta varlığını sorgulayan aynı zihniyeti sürdürüyor.
Ancak geçmişten bugüne önemli kopuşlar da söz konusu. Feminist hareketin uzun soluklu mücadelesi sonucunda kadınlar artık yalnızca bu baskıcı söylemleri sorgulamakla kalmıyor, aynı zamanda gece sokakta var olma haklarını kolektif bir şekilde savunuyorlar. Örneğin her yıl 8 Mart’ta düzenlenen Feminist Gece Yürüyüşleri, “Geceleri de sokakları da meydanları da terk etmiyoruz” sloganıyla kadınların kamusal alan üzerindeki hak iddialarının güçlü bir ifadesi hâline geldi. Artık gece sadece tehdit ve tehlike ile anılan bir zaman dilimi değil; aynı zamanda kadınların direniş, dayanışma ve görünürlük taleplerini haykırdıkları bir zamansallığa da dönüştü.
Kısacası, geçmişten bugüne kadınların gece kent mekânını deneyimleme biçimlerinde süreklilik gösteren patriyarkal denetim mekanizmaları olduğu gibi, bu denetime karşı gelişen yeni kolektif direniş biçimleri de önemli bir kopuşu temsil ediyor. Bugün kentsel mekân, hem kadınların özgürlük taleplerinin hem de bu talepleri bastırmaya çalışan yapısal güçlerin bir mücadele alanı olmaya devam ediyor.
Şimdiye kadar daha çok geceleri kamusal alanda yapay aydınlatma ve kadınların bu mekânda nasıl temsil edildiği üzerine konuştuk. Peki, erken Cumhuriyet döneminde elektrik teknolojilerinin, aydınlatma dâhil, ev içi kullanımının toplumsal cinsiyet rollerini nasıl dönüştürdüğünü düşünüyorsunuz?
Elektrik teknolojisi, özellikle de ev içi aydınlatma ve elektrikli ev aletleri, erken Cumhuriyet döneminde yalnızca gündelik yaşamı kolaylaştıran araçlar olarak değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerini yeniden tanımlayan ve pekiştiren ideolojik bir çerçeve içinde değerlendirilmeli. Bu dönemde kadın figürü, Cumhuriyet’in modernleşme projesinin taşıyıcısı olarak hem kamusal hem de özel alanda belirli normlara göre kurgulanmıştır. Kamusal alanda görünürlük kazanan modern kadın kadar, evin iç mekânının hijyen, düzen ve verimlilik ilkeleriyle dönüştürülmesi de bu sürecin önemli bir parçasını oluşturuyordu.
Elektrikli ev aletleri —süpürge, buzdolabı, ütü, dikiş makinesi gibi— modern hayatın ve “asrî ev”in vazgeçilmez unsurları hâline getirilmiş; kadınlara yönelik reklamlarda bu aletler sadece işlevsel değil, aynı zamanda “iyi bir eş, anne ve ev kadını” olmanın ön koşulu olarak sunulmuştur. Temizlik yalnızca estetik bir tercih değil, aynı zamanda ulusun sağlığını koruma sorumluluğu olarak yeniden tanımlanmıştır. Bu noktada, kadınlara biçilen ev içi emek rolleri teknolojik araçlarla desteklenirken, aynı zamanda kadınların zamanını, emeğini ve bedenini daha disiplinli, daha üretken ve “daha modern” kılma yönünde bir dönüşüm hedeflenmiştir.
Örneğin, güçlü ve homojen elektrik ışığı, gündüz-gece ayrımını belirsizleştirerek ev içi işlerin sürekliliğini teşvik etmiş, kadın emeğinin görünmeyen sürekliliğini pekiştirmiştir. Evin “para kazanan” bireyi erkek için elektrikle aydınlatılan evler bir ıstırahat yuvasıdır. Yine elektrikli süpürgenin evdeki tozlarla çatışması, buzdolabının gıdaları taze tutması, modern kadının görevi olan iyi düzenlenmiş, temiz ve sağlıklı bir ev yaratma sorumluluğunu teknolojik araçlarla destekleyerek kadının emek ve bakım rollerini görünür kılmıştır. Aynı zamanda, elektrikli güzellik cihazları da bireysel bakım pratiklerini modern kadının gündelik yaşamına dâhil etmiş; kadın bedeninin yönetimi ve estetik normlara uygunluğu, ulusun modernliğini temsil eden bir unsur hâline getirilmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Ancak bu dönüşümün de sınıfsal sınırları var. Elektrikli aletlere erişim büyük ölçüde kentli ve görece müreffeh kesimlerle sınırlı kalmış, dolayısıyla modern ev içi teknolojilerle çizilen “modern kadın” imgesi, tüm kadınları kapsayan bir temsil olmaktan çok, belirli bir sınıfsal tahayyülün ürünü olmuştur.
Sonuç olarak, elektrik teknolojileri yalnızca ev içi yaşamı dönüştüren pratik yenilikler değil, aynı zamanda kadınların toplumsal konumlarını, rollerini ve bedenlerini şekillendirmeye yönelik modernleşmeci bir temsil rejiminin parçası olarak işlev görmüştür. Bu konuyu Toplumsal Tarih’in Eylül sayısında yayımlanacak bir makalede daha ayrıntılı bir biçimde ele alıyorum, ilgilenenler bakabilir.
Feminist harekete dair düşünceleriniz nelerdir? Disiplininizden bakınca nasıl bir katkı sunduğunu düşünüyorsunuz?
Kadın hareketi ya da feminist düşünce tarihini doğrudan çalışan biri olmasam da, çalışmalarımda feminist bir perspektifi merkezde tutuyorum. Feminist hareketin, kadınların tarihsel deneyimlerini görünür kılma ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini tarihsel bağlamları içinde anlama çabası, tarihçilik açısından çok değerli bir katkı sunuyor. Tarih sadece geçmişi anlamak için değil, aynı zamanda bugünü dönüştürmenin araçlarından biri olabilir.
Kadınların farklı tarihsel bağlamlarda üstlendiği roller, emek pratikleri, bakım ilişkileri ve görünmez kılınmış katkıları üzerine yapılan çalışmalar, feminist mücadelenin somut ve güçlü bir zeminini oluşturuyor. Özellikle teknoloji, emek, ev içi yaşam ve kamusal alan gibi temalar etrafında yürütülen tarihsel analizler, günümüzdeki cinsiyet rolleri ve güç ilişkilerinin nasıl kurulduğunu anlamamıza yardımcı oluyor.
Bu nedenle feminist hareketin tarih ve geçmişle sürekli bir diyalog içinde olması; sadece kadınların değil, farklı sınıfsal, etnik ve kültürel kimliklerin deneyimlerini de kapsayan daha çoğulcu ve kapsayıcı bir mücadele hattı oluşturması açısından çok kıymetli. Tarih disiplini de bu çoğulluğu anlamaya imkân tanıyan eleştirel bir perspektif sunarak feminist harekete hem ilham hem de düşünsel derinlik kazandırabilir.
Feminist Çerçeve sitesinden daha fazla şey keşfedin
Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.
