İrem Çağıl ile Söyleşi

{“eId”:”333819782488337″,”CameraPosition”:2}

İrem Çağıl, toplumsal cinsiyet, medya ve şiddet kesişiminde çalışan bir araştırmacı. Tezinde, Fransa’da büyük yankı uyandıran “Mazan Tecavüzleri” davasının Fransız basınındaki temsilini inceledi. Bu çalışmasında, medyanın cinsel şiddeti nasıl anlatıya dönüştürdüğünü, fail ve mağdur figürlerini nasıl çerçevelediğini sorgularken ataerkil söylemlerin izini sürdü. Medya eleştirisini, feminist bakışla harmanlayarak adaletin sesi olabilecek yeni anlatı biçimlerine odaklanıyor. Sevgili İrem ile tezi üzerine söyleştik.

Tezinde faillerin daha çok kişisel özelliklerinin vurgulanması, empati kurulacak durumların anlatılması, meslekleri, gelecek planları gibi özelliklerine yer verilmesi dikkat çekiyor. Sizce medya bu tür bir dili neden tercih ediyor ve bu tercihin ne tür toplumsal etkileri bulunuyor?

Çalışmam, Mazan toplu tecavüz davası (Gisele Pelicot davası olarak da biliniyor) özelinde, Fransız medyasındaki farklı görüşe sahip medya organlarının davayı nasıl temsil ettiğine odaklanıyor ve femimist bir söylem/medya analizi içeriyor.

Bunun için davanın ilk görülmeye başladığı aydan itibaren sonlanana kadar sürede çıkan haberleri hem metinsel hem de görsel açıdan inceledim. İncelemem üç farklı ideolojik çizgideki medya kuruluşlarını içeriyor: Le Figaro (sağ), Le Monde (liberal) ve L’Humanité (sol). Bu tez için ortaya bazı yeni kavramlar koydum ve bu doğrultuda haberlerde hangi patriarkal anlatı stratejilerinin ne sıklıkla yer aldığını tespit ettim. Örneğin, kaç kere pasif dil kullanılmış, kaç kez mağdurun görseli kaç kez failinki kullanılmış, hangi söylemler failleri görünmez kılmış gibi çok çeşitli kriterler üzerinden bir değerlendirme yaptım.

Bu analiz sonucunda, örneğin Le Figaro’nun haberlerinin %66’sının patriarkal söylem içerdiğini tespit ettim. Özellikle sağ ve liberal medya organlarının failleri görünmez kılmaya çalıştığını gözlemledim. Medyada bu faillerin kişisel yönleri, meslekleri, kamusal rollerinden ziyade neredeyse hiç temsil edilmemesi, suçu görünmezleştiriyor. Bunun sonucunda kamuoyunun ilgisi faillerden mağdur kadına kayıyor. Kadın bu özel davada kamuoyu gözünde kahramanlaştırılırken, failler sistematik olarak perde arkasına itiliyor.

Bu davada faillerin “canavarlaştırılması” dinamiği yok çünkü zaten sıradan insanlar; öğretmen, inşaatçı, itfaiyeci gibi toplumun içinden kişiler. Medya onların sıradanlığını görünür kılmak yerine onları tamamen silmeyi tercih etti. Bu da kamusal öfkenin failler üzerine değil, mağdurun dramatik hikayesi üzerinden tüketilmesine neden oldu.

Dolayısıyla bu dil tercihi, medyanın failleri “insanileştirme” değil “gizleme” yönündeki stratejik tercihini ortaya koyuyor. Asıl mesele failleri anlatmak değil; onları görünmez kılıp, patriarkal sistemi yeniden üretmek.


Yine Mazan davası özelinde yola çıkarsak: Fransız medyasının mağdura yaklaşım biçimi sizce cinsiyet temelli hangi yapısal sorunlara işaret ediyor?

Fransız ana akım medyası, Mazan davasının mağduru Gisele Pelico’yu görsel olarak neredeyse “mutlu” bir figür gibi sundu. Medyada ağırlıklı olarak onun güldüğü, memnun göründüğü anlara ait fotoğraflar yer aldı. Google’da davayla ilgili keywordleri girerek yapacağınız bir görsel aramasında mağdurun sadece bu pozitif fotoğraflarının öne çıktığını görebilirsiniz. O kadar ki, biri bu görselleri incelediğinde onun böyle bir davanın mağduru olduğunu asla tahmin edemez. Görsel temsilde hanidiyse mikrofonlara önemli açıklamalar yapan bir kamu görevlisi, mesela belediye başkanı gibi sunuluyor.

Medya, kadını “kahramanlaştırarak” hem kamuoyunun öfkesini sönümlendirdi, hem de kadına görünürlük ve tanınırlık sağlayarak bir denge kurdu. Ancak bu aslında bir pazarlık biçimidir. Medya, kadının direncini değil, onun yeni “ününü” haberleştirdi. Time’a mı yoksa Vogue’a mı kapak oldu diye haber yapan bir medya söz konusu.

Ben bu tercihlerin arkasında stratejik bir hamle olduğunu düşünüyorum. Mağdur medya tarafından bir kahramana dönüştürüldü. “Biz sana bunu yaptık ama seni de yücelttik, ünlü ettil” gibi bir takastı sanki. Bu sayede toplumsal öfke, faillerden mağdura kaydırıldı. Mağdur da bu temsilden dolayı kamuoyundaki görünürlüğünden memnun da olabilir. Ama böyle olduğunda sorunun sebebi olan yapısal sorunların üzeri örtülür.

Sonuçta, medya failleri bilinir, görünür kılmadı. Bu olayın Fransız toplumu içindeki yerleşik cinsiyetçi yapılarla ilişkisi sorgulanmadı. Oysa bu adamlar sıradan insanlardı: öğretmen, inşaatçı, itfaiyeci. Bu sistemik şiddeti olanaklı kılan Fransa’daki toplumsal kültürel zemin sorgulanmadı.

En çarpıcı şey şu: Medya, adaletin yerini görsel bir metaya — kadının ününe — bıraktı. Oysa sorgulanması gereken şey, “nasıl olur da toplumun sıradan erkekleri böyle bir suçu işleyebilir” sorusuydu. Bu sorunun yerini kadının “yıldızlaşması” aldı. Üstelik faillerin çoğu oldukça az ceza aldı; bazıları hiç ceza almadı.

Çalışmanızda eleştirel söylem çözümlemesi yöntemini kullanıyorsunuz. Bu yöntemin feminist analizler için gücünü nerede görüyorsunuz?

Eleştirel söylem çözümlemesi (discourse analysis), sosyal bilimlerde iktidar ilişkilerini anlamak için kullanılan bir yöntemdir. Postyapısalcı düşünürlerin geliştirdiği bu yaklaşım, dilin iktidar üretimindeki rolünü analiz eder. Feminist perspektiften bu yöntemin uygulanması ise daha yeni, ama çok gerekli.

Feminist söylem analizinde sadece iktidarın değil, patriarkanın nasıl yeniden üretildiğine de bakılır. Dilin kadınları nasıl pasifleştirdiği, ikincilleştirdiği, görünmez kıldığı; yani kadınları tahakküm altında tutmaya nasıl hizmet ettiği analiz edilir. Çünkü dil sadece bilgi taşımaz, aynı zamanda toplumsal ilişkileri kurar ve yeniden üretir.

Benim tezimde ele aldığım Mazan davası, kamuoyuna sadece medya aracılığıyla ulaştı. Hiçbirimiz bu olayı birebir yaşamadık; onu medyanın dili ve görselliği üzerinden öğrendik. Dolayısıyla hem feministler, hem kamudaki diğer aktörler, hem de potansiyel failler için bu olayın algısı tamamen bu temsil araçları üzerinden şekillendi.

Bu nedenle medyanın kullandığı dil ve görseller yalnızca bu davayı değil, bu dava üzerinden bizim toplumsal cinsiyet algılarımızı da biçimlendiriyor. Medya yalnızca bilgi aktaran bir araç değil; aynı zamanda failin görünürlüğünü, mağdurun temsilini ve patriarkal yapının meşrulaştırılmasını etkileyen bir iktidar aygıtı. Bu yüzden söylem çözümlemesi feminist analizler için çok güçlü bir yöntemdir.

Tecavüz haberlerinde kullanılan dilin fail-mağdur dinamiğini nasıl şekillendirdiğini düşünüyorsunuz? Bu dili dönüştürmek için nasıl bir medya etiği inşa edilmeli?

Tecavüz haberlerinde kullanılan dil, fail ve mağdur arasındaki dinamiği çoğu zaman fail lehine olacak şekilde biçimlendiriyor. Bunu sağlayan en temel strateji, faili görünmez kılmak. Dilin yapısında binlerce yıldır patriarkaya hizmet eden kalıplar var ve bunlar fark edilmeden kullanıldıkça failleri koruyan bir sistem sürdürülüyor.

Basit bir örnekle açıklarsak: “John beats Mary” cümlesinde özne nettir. John eylemi yapan kişidir, Mary eylemden etkilenendir. Ancak bu ifade “Mary is beaten by John” haline geldiğinde odak John’dan Mary’e kayar. Üçüncü aşamada ise “Mary is a beaten woman” denir ve John tamamen silinir. Bu, eylemi doğallaştırır ve failin sorumluluğunu görünmez kılar. Tecavüz haberlerinde de benzer dil yapılarıyla failin adı, yüzü, sorumluluğu ortadan kaldırılırken; mağdur ön plana çıkarılır, aşırı görünür kılınır ve daha da kırılgan hale getirilir.

Bu dili dönüştürmek için öncelikle dilin patriarkal işleyişini kavramamız gerekiyor. Bunun için feminist söylem analizleri, medya eleştirileri ve dilsel farkındalığı artıracak çalışmalar yapılmalı. Akademik araştırmalar bu konuda yol gösterici olabilir.

Ayrıca medya kurumlarında özellikle erkek gazetecilerin bu konuda bilinçlenmeleri gerektiğini düşünüyorum. Yayın yönetmenleri haberleri yayınlamadan önce “Bu haber kime hizmet ediyor?” diye sormalı. Ancak ne yazık ki bu pozisyonlarda çoğunlukla toksik erkekler bulunuyor ve mevcut dili bilinçli ya da alışkanlıkla  aynı toksiklikle sürdürüyorlar.

Benim tezimde incelediğim sol görüşlü gazete L’Humanité, diğer iki gazeteye göre bu patriarkal stratejileri çok daha az kullanıyordu. Bunun temel nedeni, kadroda çok sayıda kadın gazeteci ve feminist yayın kurulu üyelerinin yer almasıydı. Yani medya etiği, karar verici konunda olanların kim olduğuna göre değişebiliyor.

Bu konuyu çalışmak sizin için nasıl bir süreçti? Tezinizin kuramsal çerçevesi ve kişisel motivasyonunuzu biraz açabilir misiniz?

Çok zorlayıcıydı. Tezin “Historical Theoretical Framework and Literature Review” başlıklı bölümünde tecavüzün tarihsel arkaplanını çalıştım; etimolojik, sosyolojik, hukuki karşılıklarına ve evrimine baktım. Bu olayın yalnızca bugüne ait olmadığını, çok daha uzun bir patriyarkal tarihsel bağlam içinde yer aldığını görebilmek için bu adımı atmam gerekiyordu.

Mazan davasındaki tüm faillerin ifadelerini ayrıntılı şekilde inceledim. Başta bu ifadeler çok sarsıcı geldi, ama zamanla, o ilk şoku ve mide bulantısını aşıp konuyu kavramaya, anlamaya başladım. Faillerin ifadelerinde  “Biz ne yaptık ki?” gibi cümleler geçiyor. Bu, bana onların yaşadıkları toplumda bu eylemlerin nasıl sıradanlaştığını gösterdi. Fransa gibi bir ülkenin sömürgeci geçmişini düşündüğümüzde bu şaşırtıcı değil. 1950’lerde Cezayir Savaşı sırasında toplu tecavüz, doğrudan bir savaş stratejisi olarak uygulanmış. Fransa gibi büyük bir imparatorluğun böyle bir uygulamayı doğal kabul etmesi, bu suçu işleyen erkeklerin yüzyıllardır “devletin gücünü gösteren” birer araç gibi kullanıldığını ortaya koyuyor. Bu adamların dedeleri, büyük dedeleri başka coğrafyalarda bunu yaparak ödüllendirilmişler. Bugünkü erkekler de aslında bu tarihsel geleneğin mirasçısı. Dolayısıyla Mazan davası çok istisnai gibi görünse de aslında bu uzun süreli yapının “normal” bir çıktısı.

Tecavüz cinsel bir suçtur, evet, ama bu bağlamda aslında bir güç gösterisidir. Konu cinsellikten çok erkeklikle ilgili. Kadına yönelik bir eylem gibi görünse de, bu eylem başka erkeklere karşı da yapılan bir iktidar performansıdır. Erkekler bu güç gösterisini, birbirlerine kendi erkekliklerini kanıtlamak için yapıyorlar. Bazıları “ben zevk almadım, bunun için gitmedim” diyor ifadelerinde. Bu cümle, eylemin bir hazdan değil, erkekliğe ait olma çabasından kaynaklandığını açıkça gösteriyor.

Bu erkekleri “canavarlaştırmak”, onları bireysel patolojilerle açıklamaya çalışmak bizi gerçeği görmekten uzaklaştırıyor. Gerçek şu ki, bu erkeklik biçimi, devletlerin ve toplumların inşa süreçlerinde temel bir rol oynadı. Bu eylemler bireysel sapmalar değil; tarihsel, kolektif, devlet destekli erkeklik pratiklerinin devamıdır.

Bugün artık savaşların biçimi değişti. Erkeklere bu güç gösterilerini uygulama alanı kalmadı. Ama erkeklik hâlâ o eski yöntemlerle kendini ifade etmeye çalışıyor. Bu da günümüzde şiddet ve cinsel saldırı olarak ortaya çıkıyor. Erkeklik, yüzyıllar boyunca inşa edilmiş ve bugün artık krize girmiş durumda. Erkekler bu krizi, öğrendikleri, alıştıkları yöntemlerle aşmaya çalışıyorlar.

Judith Butler’ın söylediği gibi toplumsal cinsiyet, performatif bir yapıdır. Erkeklik de bir performans. Erkek olabilmek için bu performansı sürekli icra etmek gerekiyor. Davadaki failler, bu icrayı yerine getirerek erkekliklerini ispatladıklarını düşünüyorlardı. Bu yüzden bu erkekler de erkeklik sisteminin kurbanı. Burada yalnızca mağdur edilen kadınlar değil, erkekler de kendi inşa edilmiş kimliklerinin esiri olarak mağduriyet yaşıyorlar.

Konunun tetikleyiciliğine rağmen, akademik formatta, zengin bir referans bağlamı yaratarak yazdım. Kendi cümlelerimi değil, kaynaklara dayalı bir dili kullandım. Kendi yorumumu kattığım yerlerde bile “ben dili” kullanmadım. Bu mesafe, bana yazarken koruyucu bir zemin sağladı.

Kadınlar olarak başka bir kadına yapılan şiddet olayında, otomatik olarak onunla özdeşleşiyoruz. Bu da bizi ister istemez mağdur pozisyonuna çekiyor. Ama bu durum olayın çözümüne katkı sunmuyor. Aksine, dramatik duygular içinde kalmak, kurban anlatısını yeniden üretmekten öteye gitmiyor. Ben bu çalışmada dramatizasyondan uzak durmaya, meseleyi yapısal olarak anlamaya ve anlatmaya odaklandım. Bu yaklaşım, sadece kişisel bir mesafe değil, aynı zamanda feminist bir pozisyon.

Son olarak şunu da söylemek istiyorum: Bu erkekler sadece bireysel olarak suç işleyen failler değil. Onlar aynı zamanda iktidarın onlara biçtiği bir kimliği yerine getirmeye çalışan bireyler. Bugünün erkekliği, aslında iktidarın tarihi çıkarları için üretilmiş bir kimlik. Bu kimliğe uygun davranmadıkları sürece dışlanıyorlar ya da cezalandırılıyorlar. Yani aktif ya da pasif biçimde, herkes bu sistemin içinde bir şekilde yer almak zorunda kalıyor.

Bu nedenle, kadınlar ve erkekler olarak üzerimize giydirilmiş kimliklerin ve bu kimlikler üzerinden kurulan iktidar yapılarını birlikte sorgulamalıyız. Ancak o zaman özgürlükten söz edebiliriz.

Medyada bu vakaya dair öne çıkan söylemlerin Türkiye medyasındaki karşılıkları hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce benzer örüntüler var mı?

Bu söylemlerin bir kısmının Türkiye medyasında karşılığı var, bir kısmının ise henüz yok. Örneğin, failin dilde gizleyen  pasif yapılar (“passive voice”) Türkiye medyasında sıkça kullanılıyor. Fiilin faili olmadan kurulması, olayın sanki kendiliğinden gerçekleştiği izlenimi vermesi, mağdurun öne çıkarılarak, olayın öznesiymiş gibi kurulması oldukça yaygın.

Ancak, Fransız medyasında gördüğümüz “kurbanın kahramanlaştırılması” (victim heroization) stratejisi henüz Türkiye medyasında tam olarak karşımıza çıkmıyor. Türkiye’de durum biraz tersine işliyor: burada failler yalnızca görünür kılınmakla kalmıyor, kimi zaman doğrudan kahramanlaştırılıyor. Çünkü Türkiye’de makbul erkeklik modeli zaten güç gösterisiyle, sınır ihlaliyle, tahakkümle inşa ediliyor. Bu da medyada, faile bir tür meşruiyet alanı yaratıyor.

Türkiye’deki erkeklik normları zaten dominant, kontrolcü ve saldırgan bir figürü yüceltiyor. Bu, sadece medya için değil, toplumun genel işleyişi için de geçerli bu. Medya da, bu iktidar yapısını yeniden üretiyor. Güçlü olanı koruyup güçsüz olanı yeniden mağdur eden haber diliyle, mevcut patriarkal düzenin sürmesine aracılık. Türkiye’de sadece medyada değil, hemen her alanda benzer patriarkal örüntülerin tekrar ettiğini görüyoruz.

Feminist gazeteciliğin özellikle cinsel şiddet vakalarının haberleştirilmesinde nasıl bir rolü olabilir ya da olmalı?

Feminist gazeteciliğin çok önemli bir rolü olabilir çünkü dil, iktidarın yeniden üretildiği en güçlü araçlardan biri. Gazeteciler —yani hakikati aktaranlar— bu gücü ellerinde tutuyorlar. O yüzden onların hangi dili seçtikleri, hangi tarafı görünür kıldıkları, iktidar ilişkilerinde nerede durdukları, haberi nasıl çerçeveledikleri son derece kritik.

Feminist gazetecilik, cinsel şiddet vakalarında patriarkayı meşrulaştıran değil, onu ifşa eden ve çözümlenmesini kolaylaştıran bir dil inşa eder. Ancak bu sadece bireysel gazetecilerin başarabileceği bir şey değil. Böyle bir gazetecinin etkili olabilmesi için onun çalıştığı medya yapısının da bu çabaya açık olması gerekir. Haberin editoryal süreçten geçip yayımlanabilmesi, yayın yönetmeninin feminist ilkeleri kabul etmesiyle mümkün olabilir.

Bu yüzden mesele sadece “feminist gazetecinin rolü” değil. Asıl mesele, feminist gazetecilerin var olabildiği ve desteklendiği bir medya ekosisteminin kurulması. O sistem yoksa, feminist gazetecinin rolü ne kadar önemli olsa da etkisi sınırlı kalır.

Ayrıca, feminist gazetecileri birer “kahraman” figürü olarak ele almak sağlıklı değil. Çünkü “kahramanlık” eril bir anlatı biçimidir. Tek bir kişinin sorumluluk alarak büyük dönüşümler yaratabileceği fikri, sistemin yapısal doğasını görünmez kılar. Oysa dönüşüm; yatay ilişkilenmelerle, kolektif çabalarla, sistemin her seviyesinde atılacak adımlarla mümkündür.

Dolayısıyla çözüm, feminist bireylerden değil, feminist yapılar kurabilen bir toplumsal dönüşümden geçiyor. Özetle: Feminist gazetecilik gereklidir ama onu mümkün kılacak medya ortamı daha da önemlidir.


Feminist Çerçeve sitesinden daha fazla şey keşfedin

Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.

Yorum bırakın