Nebiye Arı

*Bu yazı, yazarın Yan Odadaki Ses isimli Podcast serisinin “Tekno Partideki Köylü” bölümünün yazılı halidir. Podcast’i dinlemek için: https://open.spotify.com/episode/3fcTn4p5k9U7y47ORcVL9F?si=a49479714a6b42ff
İnsan mutlu olunca “içi içine sığmaz” diyorlar ama benim sıkıntım sığmıyor pek içime.
Sürekli bir çıkış noktası arıyor kendisine. Bazen denize dökülen bir atık borusu gibi, insan sağlığına zararlı etkileriyle boşanıveriyor. Üstelik ne maddi ne de manevi kazancı var bu işin. Bazen midende İbrahim ateşlere atılıyor gibi bir yanma sebebi oluyor. Üstelik su dökmeye gelen bir tanrısı olmayan İbrahim gibi, kavrulup gidiyorsun. Diyorum, acaba habitat dünyasının leblebileri de tanrısı olmayan İbrahim’ler olabilir mi? Ama İbrahim kavrulsa böyle lezzetli bir şeye dönüşemezdi. Belki de dönüşürdü, kim bilir? Sonuçta İsa peygambere baksana, o acıların çocuğu olarak milyonlarca takipçi buldu kendisine. Buldu da ne oldu, gerçi kendisi göremedi.
İç sıkıntımı düşünürken konunun beynimde hızlıca yolundan sapması hoşuma gidiyor. İşçisini manevi olarak manipüle eden bir patron gibi zeki hissediyorum kendimi. İşyerinin sorunlarını anlatarak unutturacaksın işçinin derdini. Hem çözülmedikten sonra dertleri onca düşünmenin de faydası yoktur işçiye. Marx “Din halkın afyonudur.” derken işçinin hayatta kalmak için manipülasyona açık olmasından bihaber değil elbette. Manevi olarak manipüle edilmeyi severim bir işçi olarak, yılların tecrübesi. Marx zaten kendisi de işçi değil, onun için her şey teoride güzel.
Bazen iç sıkıntılarım bastırınca biri benim için ilerleyecek bir yol belirlesin istiyorum. Şöyle temiz bir rehber, bir kılavuz.
Sırt ağrıları, omuzda bitmek bilmeyen sızılar işçinin şanından mı bilmem ama ben yaşlandığıma yoruyorum. Umarım bu dertlerim de ADHD gibi topluma mal olmuş dertler değildir. Biraz da kendine özel derdi olsun istiyor insan. Çünkü biz biriciğiz, bireyiz ve çok özeliz. Aklımda hep tersine bir motivasyon akımı başlatmak var; bu akımda herkes dertlenmeyi, fakirliği, tembelliği övecek. Gerçi bunu yapanlar var ama hepsi zenginler. Zenginden fakirlik, elindekiyle idare etme, sobalı ev övgüsü dinlemek duvarı yumruklamayla bile eşdeğer değil. Yoklukla prim yapmak da varlıklı ağızlara düştüyse vay halimize. Fakir zengin olmak istiyor, gerçi niye övsün fakirliği? Zengin övecek ki fakirler yerine göz dikmesin. Gerçi TikTok çıktı da neyse ki fakirler kendi hayatının mastürbasyonunu, taksitle aldıkları bir telefonla halledebiliyorlar. TikTok izleyince gerçi insan fakirlerin yüksek neşesine tanık oluyor; bu basit neşeler para da kazandırıyor üstelik. Fakirler birbirlerini TikTok’tan zengin ediyor. Bazen göbeğini sallıyor, bazen cüceliğinin başını okşatıyor, bazen aileyi rezil ediyor ama günün sonunda maddi manevi kazandırıyor sanırım.
Bu kazanç meselesi düşündürüyor beni. Hayatın her alanında, her yaptığında bir fayda beklentisi içerisine girmek sağlıklı bir duygu mu diye. Gerçekten insan bir şeyleri öylesine yapıp geçebilir mi? Ama kendi içine bakarken o kadar da dışarıdan gözleyemiyor ki insan. Düşünsene, kendi kendimize yalan bile söyleyebiliyoruz. Bu kadar kendine hâkim olamayan bir yaratığı ciddiye alıyoruz bir de. Düşüncelerin uçsuz bucaksız olduğunu söyleyemem ama içinde uçsuz bucaksız şekilde kaybolabilir insan. Uzun süre kendi içinde umutsuzluğa kapılmanın kendisi bile bir noktada kazanç elde etmeyle bağlantılı bir düşüncenin ürünü. Hayattan hiçbir kazanç beklemiyor olmak, kazanç dünyasında birilerine yol açmana sebep oluyor. “E böyle de sıkıştık kaldık Nebiye.” dediğinizi duyar gibiyim. Hayat zaten çoğunlukla iki seçenek arasına sıkışmak gibi değil mi? Ayrıca bunun umutsuzlukla bir ilgisi yok. Gerçeği alıp önüne koyup konuşmak gibi. Gerçekler sizin duygularınızla ilgilenmeyen narsist bir sevgili gibi bazen. Siz ne anlatırsanız anlatın, onun dünyasında bunun değer gören bir yeri yok.
İşte insanın iç sıkıntıları bazen buradan hareketle kendine sarılıp battaniye altında yaşamını devam ettirmeyi sağlık veriyor. Buna boşvermişlik mi dersin, depresyon mu dersin bilmiyorum. Bu biraz da kişinin anlam dünyasının renklerine bağlı değişiyor. Çocukken saçlarımı izlediğim animelerdeki gibi gri yapmak istiyordum; çoğunluğa göre bu depresif bir hareket, bana göre sadece güzel bir görüntüydü. Bazen hayatımızdaki düşman, hayatımızın ana hatlarını belirliyor. Şehirleri gri yapan, ekolojik dengenin anasını ağlatan bir düşman; anlam dünyamızda gri rengin değerini değiştiriyor. Gri renk de düşmanımıza dönüşüyor. “Kim ağarttı saçlarını?” diye ağıtlar yakıyoruz, bizi biz yapan başka renkler buluyoruz. Sonra griye, kendisi talep etmediği hâlde birçok ciddi anlam yüklüyoruz. Bazen hayatımızı düşmanın tanımlarına göre şekillendiriyoruz. Griyi de kırlarda özgür kuzular gibi hoplayıp zıplarken görmek için düşmanın elinden çekip almak gerekiyor sanırım.
İşte iç sıkıntılarıma bir renk verecek olsam, pembe derdim muhtemelen. Pembeyi düşmanlaştırmak için değil elbette ama içimde pamuk şeker kıvamında, yoğun ama uçucu bir şey gibi yerleştiği için muhtemelen. Bazen de gökte güneşin önünü kesen beyaz bulutlar gibi, dokunamadığın ama orada olduğunu sana hissettirdiği için. Bazen ela renginde, aynı yerde ritmik ama çok da ilerlemeyen zıp zıplarıyla bir kuş gibi hareket ettiği için. İnsan neden iç sıkıntısını bir renge benzetmeye çalışır diye sormayın bana çünkü tam da böyle bir soru gibidir cevap.
Bazen insanın iç sıkıntıları, tekno partide bir köylü gibidir; elini ayağını nereye koyacağını bilemediğinden olduğun yerde sallanmak gibidir. İçinden biraz daha hareket etmenin geçtiği her küçük anda, aynı zamanda yerine oturmak isteği de gelir. Müzik biraz değişsin istediğin her an, tekrarlayan bir ritimde bulursun kendini. Tekno partide bir köylüyü kimse fark etmez. Fark edilmesi için gereken sakinlik yoktur çünkü ortamda. Bazen sadece ufak sallantılarla geçmesini beklersin, bazen kaçasın gelir, bazen kendinden geçersin.
Tekno partide bir köylüysen muhakkak ertesi gün baş ağrısıyla uyanırsın. Uyanırsın ve iç sıkıntılarını taptaze bulursun yanı başında. Bu arada yabancılık çekmediğin bir şeyle karşılaşmanın sevindirici bir tarafı olduğunu söylemeden geçmemek lazım. Sonuçta onlar senin biricik iç sıkıntıların; onlar seni evinde, köyünde, ahır kokusunun tam üstünde hissettirir. Yine de bar tuvaleti kokusundan iyidir diye yatıştırırsın kendini. Kendini yatıştırmak önemli bir adımdır, böylece ertesi gün tekrar iç sıkıntılarını atmaya enerji yüklendiğin bir günü getirir sana.
İç sıkıntılarını sahiplenmek de enerji gerektirir. 50 yaşındayken bir bebeğe sahip olmak gibi bir his sanırım. Bunu daha erken mi yapmalıydım diye düşünmek de cabası.
“Nebiye, senden eğlenceli şeyler duymayı bekliyorduk.” diye düşünüyor olabilirsiniz. Ben de benden daha çok şey bekliyorum. Mesela enerjimin bir iş saatinde yitip gitmesinden hiç memnun değilim. “Günde 6 saat uyku neyime yetmiyor?” diye kızıyorum kendime. Ama dedim ya, gerçekler sizin beklentilerinizle çok da ilgilenmiyor. Beden yorulunca zihin de çalışmamak konusunda baskı uyguluyor. Gün sonunda iç sıkıntılarını büyütecek bir besin kaynağına dönüşüyor hayatını devam ettirmenin ta kendisi. Sevdiğin şeyleri yapmak ve bedenini besleyememek ile sevmediğin şeyi yapıp bedenini yorgun kılmak arasında bir yerde buluyorsun kendini. Bu hengâmede eğlence, iç sıkıntılarının arasında süzülen bir ışık gibi.
Esasında iç sıkıntıların kendisi de bir miktar eğlence katıyor insana. Neşet Ertaş’ın deyimiyle “fakirin bir cuğarası var, onu da almayın elinden” tadında bir Anadolu irfanıyla, hafiften zehirli ama keyifli bir dark mizaha akıyor iç sıkıntılarınız.
Bir intiharda, bir hapiste, bir ölümde neşe buluyorsunuz. Artık sizin kendinize has inişli çıkışlı bir meyhane neşeniz var, artık siz hüzünlü sözlerle göbek attıran oyun havalarını anlıyorsunuz. Siz ağlarken kahkaha atmaya başlayan o kişisiniz. Siz iç sıkıntılarınızın toplamını, bir matematik işleminin çözemeyeceği kahkahaya çeviriyorsunuz. Bunun için sahneye çıkmanıza bile gerek yok üstelik.
İnsanın iç sıkıntıları bazen de saklanmak istiyor, ortamın huzurunu kaçırdığı için arkadaş grubundan dışlanan o kişi olmak istemiyor. “Nasılsın?” diye sorulan öylesine bir soruyu ciddiye alıp da gerçeklerden söz etmek istemiyor. Böyle zamanlar için keşfedilmiş “ortama ayak uydurmak” eylemine sığınmanın hiçbir zararı yok. Sizden her zaman siz olmanız beklenmiyor, korkmayın. Hatta mümkünse hiç siz olmamanız isteniyor ama onlara da kulak asmayın. Herkes biraz kendisi olmayı hak ediyor bence. Biliyorsunuz, gerçekler öylece masaya koyulduğunda biraz korkutucu olabilir. Çünkü gerçekler herkes için değişken olduğu kadar anlamlandırması zor şeylerdir. Yoksa Turgut Uyar “Sizin alınız al, inandım. Sizin morunuz mor.” diye isyan eder miydi hiç? Bazen gerçeklerin dayatmacı bir gücü vardır. Ama gerçek nedir?
Benim gerçekliğimde bir iç sıkıntının iç çarpanı, bir başkasının hayatını bölen bir terör eylemi olabilir mi? Aslında bölmek de fena bir eylem değildir, bölüştürürsün, pay edersin kardeşler arasında; herkes kendi gerçekliğinde yaşamaya devam edebilir böylece. Ama biz gerçeği ortaklaştırma peşinde bir ömür de tüketebiliriz. Çocuklarını ayrı karakterlerde sevmeyi beceremeyen ebeveynler gibi mutsuz oluruz. İçlerinden sadece birini sevebildiğimiz bir aile kurarız. Kendi gerçekliklerini yaşayan çocuklarımız birer yabancıya dönüşür. İnsanın hayatta tek gerçek olduğuna inanması belki de Tanrılaşma isteğinin bir sonucudur. Çünkü Tanrı da bocalayan kullarına tek bir gerçeği, yani kendisini ve kendi doğrularını dayatır. Belki de gerçek onun dediği gibidir ve bunu sorgulayanları büyük bir eziyet bekliyordur. Önceden de dediğim gibi, gerçeği bir masaya çıkartıyorsan, kendisini dayatma gibi bir huy benimser.
İç sıkıntılarını bazen çok sevdiğin için bırakmak istemezsin. Onlar sana derinleşme vaadinde bulunur ve derinleşmek, insana kalabalıkta fark edemediği bir huzur sağlar. Aynı zamanda insan, kavrulmuş leblebi gibi olduğu için bir arada durmak, kalabalığa karışmak, kalabalıkla birlikte yok olmak tabiatıyla hayatın akışına dahil olmak ister. Hayatın akışı bir nehir gibi çağıldarken, kendi yerini bulmak bir nebze zorlaşır. Çünkü nehir, matematiksel işlemler dışında bir mantıkla hareket eder; bazen önüne baraj örülür, bazen düşen bir kaya ile yönünü değiştirir, bazen sığmaz yerine, taşarak ilerler. Nehir durmak bilmez bir coşkuyla akarken, senin molalara ihtiyacın olur. Sen nehri nehir yapan bir su damlasından ibaretsin ve nehri devam ettirensin. Nehir bir toplamdan ibarettir; buharlaşan ve çoğalarak geri dönen bir damla ile çekirdekten fışkırıp gelen damlayı ayırt edemez. Nehirdeki yolculuğunu belirleyen eylemleri seçen sensin.
İç sıkıntılarımla çıktığım bu yolculukta bana eşlik ettiğin için teşekkür ederim. Çünkü bilirsin, bir damlanın gerçekliği bir diğerinin gerçekliğiyle karşılaştığında, coşkun akan bir nehirde buluşur.
Feminist Çerçeve sitesinden daha fazla şey keşfedin
Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.
