Sabriye Akkul

Bir varmış bir yokmuş, bir kahraman varmış. Hep o varmış. O anlatmış, o kurtarmış, o yolculuğa çıkmış, o bu uğurda dağ tepe aşmış, o mağdur olmuş. Peki ya biz? Biz ne zaman hikayeye dahil olabildik? Masalların, romanların, filmlerin, devrim hikâyelerinin, direniş mitinglerinin, hatta sosyal medya anlatılarının bile başrolünde o vardı. Üstelik sadece başrolde değil; kameranın arkasında, anlatının merkezinde, mağduriyetin vitrininde de hep o duruyordu. Feminist perspektiften baktığımızda gördüğümüz şey yalnızca ataerkinin maddi iktidarı değil, anlatının da onun hizmetinde olduğudur. Herkesin “eşitlikçi” görünmeye çalıştığı bu çağda bile sözün sahibi hâlâ aynı kişi. Solcu, entelektüel, hassas erkekler dahi kendi hikâyelerini anlatmanın ayrıcalığını bırakmak istemiyor. Hatta çoğu zaman kadının hikâyesini anlatırken bile yine kendisini merkeze yerleştiriyor. Çünkü anlatının başköşesi hala onların. Bu yazı anlatının eril tahakkümünü, kahramanlığın kimlere ayrıldığını ve “anlatıcı” pozisyonunun neden ısrarla erkeklerde kaldığını sorgulamak için yazıldı.
Kahraman figürü tarih boyunca erkeklikle neredeyse eşanlamlı şekilde yazıldı. Antik destanlardan günümüzün süper kahraman filmlerine kadar uzanan çizgide, yolculuğa çıkan, mücadele eden, acı çeken, zafer kazanan ve anlatıya yön veren hep erkek oldu. Tarihte kahramanlık, erkeklerin hikâyeleriyle özdeşleşti. Kadınlar ise bu anlatıların süsü, bekleyeni, uğruna savaşılanı ya da fedakârlık yapanı olarak yer aldı. Kadınların özne olduğu anlatılar son derece sınırlı kaldı. Var olanlar ise genellikle aşk ya da annelik temaları etrafında şekillendi. Homeros’un Odysseia destanından sinemadaki James Bond evrenine kadar uzanan kurgular, kahraman figürünü hareket eden, dönüştüren, karar veren bir erkek olarak tasarladı.
Erkek merkezli kahramanlık anlatıları yalnızca geleneksel metinlerle sınırlı kalmadı. Sol ve ilerici söylemler de benzer bir biçimde erkekleri merkeze aldı. Devrim hikâyeleri çoğunlukla erkek özneler üzerinden kuruldu. Mahalle arası direnişlerden kitlesel halk hareketlerine kadar “yoldaş” denince zihinde beliren ilk figür çoğu zaman erkek oldu.
Türkiye’de 68 kuşağına dair anlatılarda kadınlar genellikle “devrimcinin sevgilisi” ya da “kardeşimiz” gibi ikincil rollerde sunuldu. Oysa kadınlar, erkek figürlerin çevresinde değil; doğrudan mücadelenin içinde, özne olarak yer aldı. Batı’da da benzer bir silinme yaşandı. 1968 Mayıs’ı Fransa’sı denince ilk akla gelen isim Daniel Cohn-Bendit oldu. Kadınların eylemselliği çoğu kez dipnotlara sıkıştırıldı. Angela Davis’in mücadelesi dahi zaman zaman yalnızca “siyahi kadın” kimliğine indirgenerek daraltıldı.
Popüler kültür, eril kahramanlığın en üretken kaynakları arasında yer aldı. Hollywood’un süper kahraman evrenleri, erkekliği cesaretin, zekânın ve yalnız mücadele etmenin normu haline getirdi. Spider-Man, Iron Man, Batman gibi figürler hep travmatik geçmişe sahip, bireysel savaşlar veren ve kurtarılması gereken bir dünyaya sahip karakterler olarak temsil edildi. Kadın karakterler genellikle arka planda kaldı ya da yalnızca yan rollerde yer bulabildi. Başrolde oldukları yapımlar bile çoğu zaman erkek bakışına göre kurgulandı. Wonder Woman örneği feminist bir temsil izlenimi yarattı. Ancak anlatı yapısı, görsel dili ve kahramanlığın içeriği erkek egemen anlatı normlarını büyük ölçüde korudu.
Feminist mücadele, kahramanlık tanımını dönüştürdü. Artık kahramanlık yalnızca sokağa çıkmak, barikata direnmek ya da büyük sözler söylemek değil. Bazen hayatta kalmak, bazen sesini duyurmak, bazen kendi hikâyeni yazmak da bir direniş biçimidir. Yeni tanımın yerleşebilmesi için anlatının merkezine başka öznelerin geçmesi gerekir.
Anlatının Tahakkümü
Anlatının merkezinde olmak yalnızca konuşmak değil, neyin önemli, anlamlı ya da evrensel sayılacağına karar vermek anlamına gelir. Erkekler yalnızca muhafazakâr yapılarda değil; sol, ilerici ve entelektüel çevrelerde de bu merkezi korumaya devam eder. Toplumsal cinsiyet, emek, sınıf, özgürlük üzerine söz söyleyen birçok yapı içinde hâlâ erkekler konuşur, tanımlar ve yön verir.
Entelektüel ya da solcu erkek, feminist kavramlara hakimdir. Metinler okur, panellere katılır, eşitlik vurgusu yapar. Duyarlı ve kapsayıcı bir figür olarak öne çıkar. Söz hakkı ve anlatı üstünlüğü yine onun elindedir. Dinleyen gibi görünse de söyleyen olmaktan vazgeçmez. Anlatıyı bırakmaz, yalnızca biçimini değiştirir.
Konferanslarda, forumlarda, sosyal medyada en çok konuşan, yorum yapan ve dinlenilen kişi genellikle yine erkektir. Kadınlar ya arka plandadır ya da sözü belirli bir alana sıkıştırılmış halde sunar. Erkekler yalnızca kendi hikayelerini değil, kadınların hikayesini de anlatma yetkisini kendilerinde görür. Söz vermek yerine, sözü sahiplenirler. Eşitlik iddiası taşıyan birçok platformda kadınlara yalnızca yer açılmış gibi yapılır. Temsil sağlanır ama yetki verilmez. “Artık herkes konuşuyor” söylemiyle mesele geçiştirilir. Oysa mesele yalnızca nicelikle ilgili değildir. Konuşma süresi kadar dinlenme biçimi, sözün ağırlığı ve konumlandırılması da belirleyicidir. Erkekler hala merkezde konuşur, kadınlar ise çevresel bir destek unsuru olarak dinlenir.
Kadınların anlatıya müdahalesi çoğu zaman “fazla radikal” ya da “bölücü” olarak etiketlenir. Anlatı bütünlüğünü bozduğu düşünülen bu sesler, ya geri itilir ya da denetlenir. Merkezdeki erkek, yerini kaybetmemek için sözde desteği gerçek eşitlik gibi sunar. Feminist mücadele ise yalnızca eril şiddete değil, eril anlatıya da yöneliktir. Sözün kimde olduğu kadar, anlatının nasıl kurulduğu da politiktir.
Kahramanlıkta Israr, Mağduriyete Sığınmak
Eleştirildiğinde mağdur pozisyonuna geçen erkek figürü, anlatının en kurnaz kaçış noktalarından biridir. Feminist mücadele bir erkeği sorumluluğa çağırdığında, ilk refleks çoğunlukla özeleştiri değil, geri çekilmek ya da kırılmak olur. “Ben kötü biri değilim”, “Niyetim öyle değildi”, “Hepimiz hata yaparız” gibi söylemler davranışın etkisini azaltmak için kullanılır.
Birçok erkek, tacizci yaftasından duyduğu korkuyla kendini sorguluyormuş gibi davranır. Sorgulanan genellikle davranış değil, konumun kaybedilme ihtimalidir. Kadınların yürüttüğü ifşa pratikleri karşısında konuşamayan ya da konuşurken “bir gün bana da sıra gelir mi” tedirginliği yaşayan erkek, çoğu zaman yalnızca adını korumaya çalışır. Görüntüyle ilgilenir, özle değil. Mücadeleye yıllarını verdiğini söyleyen erkek, bir kadının eleştirisi karşısında hızla geri çekilir. Sessizlik çoğu kez sorumluluk değil, kaçınma biçimidir. Sorgulama yerine kadının öfkesine odaklanır. “Fazla mı tepki verdi?”, “Daha kibar anlatamaz mıydı?” gibi sorularla konunun kendisi değil, dile getiriliş şekli tartışılır. Duygusal ton, öfke ya da doğrudanlık suç haline gelir.
İfşa kültürüne yönelik eleştiriler, çoğunlukla kadınların yaşadıklarına değil, ifade biçimlerine odaklanır. Kadınlar kendi kelimelerini bulduğunda erkeklerin konfor alanı bozulur. Ne zaman, nasıl ve ne kadar konuşulacağına erkeklerin karar veremediği bir anlatı düzlemi tehdit olarak algılanır.
Tehdidi savuşturmanın yollarından biri, mücadele geçmişini kalkan olarak kullanmaktır. “Yıllardır alandayım”, “Bunca emeğim var” gibi cümlelerle sorumluluk ertelenmeye çalışılır. Mücadeleye katılmış olmak, eleştirilemezlik yaratmaz. Uzun süredir merkezde olan erkek, daha fazla hesap verebilir hale gelir. Erkeklerin katkıları çoğu zaman abartılarak anlatılır. Sıradan bir dayanışma eylemi destanlaştırılır. Aynı pratik kadınlar tarafından gerçekleştirildiğinde ya görünmez olur ya da “kendiliğinden” açıklanır. Erkek bilinçli, kadın sezgiseldir; erkek teorik, kadın içgüdüseldir. Anlatı bu ayrım üzerine kurulur. Feminist ya da duyarlı olarak tanımlanan erkekler merkezde kalmaya devam eder. Konuşmaktan, öne çıkmaktan, görünür olmaktan vazgeçmezler. Kadınlar söz aldığında ise “bölücülük” ya da “kişiselleştirme” gibi ithamlarla karşılaşır. Susmak ve geri çekilmek de bazen yeni bir mağduriyet biçimi olarak sunulur. “Beni kaybediyorsunuz” cümlesi, kadının söz hakkından daha fazla önemsenir.
Erkeklerin birbirini koruması da bu yapının bir parçasıdır. Eleştirilen bir erkeği savunmak, onun “iyi biri” olduğunu hatırlatmak dayanışma biçimine dönüşür. Kadınlar konuşurken erkeklerin kendi aralarında savunma hattı kurması yeni bir olgu değildir. Sessizlik yalnızca susmak değil, örtbas etmenin de aracıdır. Kadınlar sürekli açıklama yapmaya zorlanır. İnanılmak için çabalamak zorundadır. Erkeklerse bir “yanlış anlaşıldım” cümlesiyle sorumluluktan sıyrılabilir. Söz, niyete indirgenir. Eylemin kendisi değil, nasıl niyet edildiği tartışılır. Olan değil, olması beklenen esas alınır. Ortaya çıkan ikiyüzlülük, yalnızca bireysel değil, yapısal bir meseledir. Erkekler özürden değil, merkezden düşmekten korkar. Kenara çekilmek istemezler. Kadınların konuşması yalnızca bir itiraz değil, anlatının kim tarafından kurulduğunu değiştirmeye yönelik bir eylemdir. Sözün kimde olduğu, iktidarın kimde olduğunu açığa çıkarır.
Sözümüz, Hikayemiz, Anlatıcımız
Anlatının merkezini değiştirmeden eşitlik kurulmaz. Erkeklerin hikayeleri, ne kadar politik ya da duyarlı görünürse görünsün, merkeze yerleştiği sürece diğer sesleri bastırır. Feminist mücadele yalnızca içerikle değil, anlatının kimin tarafından kurulduğuyla da ilgilenir.
Feminist tarih yazımı bu kör noktayı uzun süredir görünür kılmaya çalışıyor. Kadınların mücadeledeki varlığı inkar edilmedi; ancak kamera onların yüzüne çevrilmedi, kalem onların hikâyesini yazmadı, mikrofon onlara uzatılmadı.
Kadınlar uzun süre sadece anlatının nesnesi oldu. Onlar hakkında yazıldı, onlar adına konuşuldu, onların sesi taklit edildi. Oysa kadınlar yalnızca yaşadıklarıyla değil, o yaşananları anlatma biçimleriyle de politiktir. Kimin ne zaman, nasıl konuşabileceğine erkeklerin karar vermediği bir düzlem kurmak, yalnızca bir talep değil, bir direniş biçimidir. Kendi hikayesini anlatan kadın, yalnızca kelime kurmaz; merkezdeki sesi bozar, ritmi değiştirir. Hikaye değiştiğinde yalnızca kahraman değil, okur da değişir. Sessizlikle çevrili deneyimler, bir kere dile geldiğinde artık geri dönemez. Bu yüzden erkeklerin “hikaye bitti” dediği yerde kadınlar “daha yeni başlıyoruz” der.
Yeni bir anlatı, yeni bir söz düzeni kurmak zorundadır. Feminist anlatı, yalnızca kadınların hikayesini değil, anlatı dilini de dönüştürür. Hiyerarşik, yukarıdan bakan, doğrulayan değil; yatay, ilişkisel ve çoğulcu bir dil kurar. Deneyime alan açar, tanıklığı merkeze alır. Güçlü olmak, en çok konuşan olmak değil, en çok dinleyebileni tanımaktır. Anlatıcı değiştiğinde hikaye sadece farklı anlatılmaz, farklı yaşanır. Kadınların, queerlerin, dışlananların, bastırılanların anlatıları, yalnızca ses olmak için değil, duymayı öğretmek için de vardır. Anlatının merkezine bu sesler geçtiğinde, neyin değerli sayıldığı, neyin kahramanca bulunduğu da değişir. Direnmek, konuşmak kadar dinlemeyi de içerir.
Yeni anlatıcılar yalnızca kadınlar değil, eril anlatı dışında kalan herkes olabilir. Hikaye yalnızca erkek kahramanlara ait değildir. Bazen en devrimci eylem, anlatıyı yeniden kurmaktır. Yeni bir dil, yeni bir merkez, yeni bir anlatıcı… Değişim, kelimenin yerini değiştirmekle başlar.
Feminist Çerçeve sitesinden daha fazla şey keşfedin
Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.
