Duygularımı Nereye Koyacağımı Bilemiyorum

Rozana Urkun

Duygularımız her geçen gün değersizleşiyor olabilir mi? En azından kadınlar için uzun zamandır böyle. Duygular, duygulanımlar, duygusal olma hali genellikle kadın olmakla ilişkilendirilir zaten. Duygu ve akıl arasındaki tarihsel çatışmada erkek rasyonellik ve akılla ilişkilendirilirken kadınlar duygusallıkla ilişkilendirilmiştir. Duygusal olmak dışında duygusal olarak emek vermek de çoğunlukla kadınların görevi. Kapitalist patriyarka, kadınların sırtına yüklediği duygusal emeği görünmez kılarak bu duygusal emeği hem sömürür hem de değersizleştirir. 

Duygusal emek derken, kadınların bağ kurduğu kişilere yönelik sevgi, şefkat, güven gibi duyguları sebebiyle onların bakımını üstlenirken harcadığı emekten bahsediyorum. Bu duygular ve kurulan bağ aracılığıyla harcanan emek hem görünmüyor hem de  duygular yalnızca bireysel hallere indirgenebiliyor. Böylece kadınların bu duyguları taşıma yükü sınıfsal, cinsiyet temelli ve sistemsel bir hal alıyor. Hal böyle olunca da kadınlığa dair her durumun değersizleştirildiği gibi duyguların da görülmemesi, duyulmaması, yok sayılması gerektiğini ya da zayıflıkla ilişkili  bir durum olduğunu düşünüyoruz. Oysaki birçok kadın küçüklüğünden itibaren toplumsal cinsiyet rolleriyle bağlantılı olarak en çok duygularıyla savaşıyor, buna mecbur bırakılıyor. 

Ağlamak, gülmek, kahkaha atmak, korkmak, bunların hepsi toplumsal cinsiyetimizle doğrudan ilişkili duygulanımlar haline geliyor. Oysaki duyguların cinsiyeti olmaz, ama onlarla nasıl baş ettiğimizin, savunma mekanizmalarımızın toplumsal cinsiyetimizle ilişkisi çok güçlü. Duygularımı nereye koyacağımı bilemiyorum, çünkü uzun zamandır onlarla savaşmam, duygularıma değil, rasyonel olana güvenmem gerektiği öğretildi. Toplumsal cinsiyet normlarından ve kadınlığın o bitmek bilmeyen yükünden kurtulmanın birincil yolu duygularını bir kenara bırakmak mı gerçekten? Bizi zorlasa da duygularımızla ve hissettiklerimizle barışmanın bir yolu olamaz mı?


Kaygının Cinsiyeti

Kadınlar neden daha kaygılı? Bu soruyu cevaplamak için çok da uzun uzadıya düşünmeye gerek yok. Kadınların hayatındaki her şeyin çok yoğun stres faktörüne dönüştüğünü hepimiz biliyoruz, kendi yaşamlarımızdan tanığıyız. Ev içi ücretsiz iş yükü, çocuk bakımı, yaşlı bakımı, evlilik içi şiddet, kamusal alanda yaşanan taciz, cinsiyete dayalı ayrımcılık… Bunların hepsi kadınlar üzerinde kaygı yaratıyor. Ev içerisinde durup nefes almaya vakti olmayan, sadece kendi için yemek yapmaya, ya da o gün yemek yapmamaya bile karar veremeyen kadınlar nasıl kaygıdan uzak bir yaşam geçirebilir? Sosyal medyada çeşitli işkence yöntemleriyle katledilen kadınların haberlerini görmek, kadın katillerine ve tecavüzcülerine yargı yoluyla cesaret verildiğine seyirci olmak, tüm bunları yaşama ihtimalini göz önünde bulundurmak da hemen hemen her gün yaşadığımız şeyler. 

Erkekler de günlük yaşamın zorluklarıyla baş ederken kaygı yaşamıyorlar mı? Elbette öyle, ama kadınlar olarak dış faktörler tarafından (erkekler, siyasetçiler, eril yargı sistemi vb.)  tehdit altında olmamız tamamen cinsiyetimizle alakalı, ve toplumsal cinsiyet temelli şiddetin artması yönünde hükümetler tarafından bilinçli politikalar uygulanıyor. Ve bu günlük yaşamın getirdiği zorlukların yarattığı kaygıdan daha da fazlası demek oluyor. Öte yandan kapitalist üretim sistemi içerisinde kadınlar hem ücretli hem ücretsiz emeği aynı anda taşımaya zorlanırken, patriyarkanın şiddet biçimleriyle sürekli tehdit altındalar. Bu nedenle kadınların kaygısı yalnızca bireysel değil, sistemsel ve toplumsaldır. 

Başkasının Duygusunu Görme Zorlantısı

Kız çocukları yetiştirilirken duygularla daha haşır neşir olduğu gibi ötekinin duygusunu da anlamaya zorlanarak büyüyoruz. Bir bakışından babanın öfkesini anlamak, annenin ağzından daha herhangi bir kelime dökülmeden yapman gerekeni tahmin etmek… Bir başkasının duygusunu ondan önce anlama ve ona yönelik bir savunma geliştirmenin ne kadar yorucu olduğunu iliklerimizi kadar hissediyoruz. Böyle olunca kendi duygularımızı görmek, buna yönelik farkındalık geliştirmek oldukça zor oluyor. Duygunu görmek de yetmiyor, kadınlara duygularını ifade etme alanı tanınmıyor. Çünkü korkuyoruz, en tanıdık olduğumuz duygu bu belki de. 

Kız çocuklarına nasıl bir insan olacağı, toplumsal cinsiyetine göre nasıl davranması gerektiği öğretiliyor ve bu gerçekleşmediğinde şiddete maruz bırakılıyor. Öte yandan kadınlar çocukluktan itibaren yalnızca kendi duygularını bastırmakla kalmaz, erkeklerin ve yetişkinlerin duygusal yüklerini de üstlenmeye yönlendirilir. Bu, kapitalizmin aile içi ücretsiz bakım emeğini  kadınların sırtına nasıl yüklediğinin de en temel örneklerinden biridir. Kadınlar, çocukluğundan itibaren kendileri de çocuk olmasına rağmen çoğu zaman kardeşlerine, erkeklere, babasına ve daha birçok aile üyesine bakım verecek şekilde yetiştirilir. 

Gelelim depresyon konusuna… Yapılan güncel araştırmalarda neredeyse beş kadından birinin depresyon ve anksiyete bozukluğu gibi ruh sağlığı sorunlarını yaşadığı görülüyor. Ve bu ruh sağlığı sorunlarının en önemli sebeplerini biyolojik faktörler dışında, toplumsal ve sosyal sistemler oluşturuyor. 

Kadınların erkeklerden daha fazla depresif hissetmesinin bir sebebi var. Kadınların yaşam deneyimleri toplumsal cinsiyetle şekillenmekle kalmaz, aynı zamanda sınıf, emek biçimleri ve cinsiyet temelli şiddetle de derinleşir. Patriyarkal kapitalist düzen, kadını sürekli bir üretime, bakıma ve itaate zorladığı için, kadınlar bu sistemin psikolojik yükünü daha sert omuzlamak zorunda kalıyor. 

Kadınlık ve erkeklik rolleri bizi olmadığımız kişiliklere ve sınırlara hapsediyor. Psikoloji bilimi ise bu rollere eleştirel yaklaşmadığı takdirde, bu rollere sığmayan kadınları patolojik ilan ediyor ve toplumsal cinsiyet rollerini normalleştiren ve kadınları uyum sağlamaya yönlendiren  psikoterapiler, kadınları depresyonun çukuruna daha da itiyor. 

Kız Neşesi değil Feminist Öfke

Kız neşesi sosyal medyada oldukça popüler olmuş bir kavram.  Aslında, kız neşesi kavramıyla yine erkek egemen dünyada her zorluğa rağmen kadınların neşesini ve mücadele azmini kaybetmemesini anlatılmaya çalışılıyor olsa bile, bu neşenin sadece kadın olmaktan kaynaklandığını ve doğal olduğunu söylemek kız neşesini de apolitikleştiriyor diye düşünüyorum. Kadın olduğumuz için doğuştan gelen bir direnme gücümüz ve tüm zorluklara rağmen dinmek bilmeyen bir neşemiz olamaz. Kadınların mücadelesi doğuştan gelen bir neşeyle değil, tarihsel olarak inşa edilmiş bir öfkeyle ve kolektif örgütlenmeyle mümkün olur. Neşe, ancak bu politik mücadelenin içinden, dayanışmadan doğarsa anlam kazanır.  Neşemizi ve kahkahalarımızı yutmak isteyen patriyarkaya karşı savaşabiliriz, direnebiliriz. Ama kadınları cinsiyetinin toplumsal olarak biçilmiş sınırlarına hapseden sahte ve gerçekten cinsiyetlendirilmiş bir neşeyle değil, bunu feminist bir öfkeyle yapmayı tercih ederim.

“Çok Güçlü Olmam Lazım”

Güçsüz olmak kadınlıkla ilişkili olmadığı gibi güçsüz olmaya da hakkımız var. Güçlü kadın imgesi uzun süredir feminizmle ilişkilendirilen ve pazarlanan bir meta haline geldi. Kadın dediğin güçlü olur; anne olmak, çalışmak, erkek egemenliğiyle mücadele etmek, tüm bunları aynı anda yapmak kadınların ne kadar güçlü olduğunu gösterir. İçimizdeki gücü bulalım, daha da güçlü olalım. Peki ama neden? Patriyarkanın şiddet aygıtları üzerimizde baskı kurdukça güçlü olmak kadınlar için önemli olabilir, ama sahte bir güçlenme fikrindense, güçsüz yanlarımızı da görmek, bazen güçsüz kalmayı kabul etmek ve feminizmle güç kazanmak bana daha anlamlı geliyor. 

Kırılgan olmak politiktir. Kırılganlığımızı güce dönüştürme fikrini düşünürken güce neden ihtiyacımız olduğunu sorgulamak gerekebilir. Yeterince güce sahip olmadan ya da güçlü görünmeden ciddiye alınmayacak olmamız da patriyarkal bir mesele olmalı. Bazen kadın olarak güçlü olmak değil de kırılganlığımızla barışmak ya da nasılsak öyle olmak isteyebiliriz. Güç dayatması erkek egemen dünyada var olmanın bir şartı haline gelmiş durumda. Burada güçlü hissetme ihtiyacını tamamen rafa kaldıralım demiyorum ama o gücün nasıl bir niteliği olduğunu sorgulamaya ihtiyaç duyuyorum. Kadınlar olarak sistematik olarak güçsüzleştirildiğimiz, sermaye ve erkek egemenliğinin bizi kırılganlaştırarak yönetmeye çalıştığı bir düzende, gerçek güç kendi güçlü yanlarımızı keşfetmekle beraber feminist dayanışmadan, kolektif eylemden ve sistemi dönüştürme arzumuzdan gelir. 

Hissettiklerimiz Gerçek, Duygularımız Değerli

En başında dediğim gibi, çoğu kadın bunu hissediyor mu bilmiyorum ama ben çoğu zaman duygularımı nereye koyacağımı bilemiyorum. Her şeyin erkeklere göre tasarlandığı bu dünyada kadın olmanın getirdiği duygusal yük ve sorumlulukların altında ezildiğimi hissediyorum. Patriyarka kadınlar için yaşamı bir cehenneme çeviriyor, duygularımızı ve yaşamlarımızı değersizleştiriyor, psikolojik şiddet de dahil olmak üzere şiddetin her biçimini normalleştiriyor. Kadın olmakla ilişkilendirilen her duygu hasıraltı ediliyor, güçsüz yanlarımızdan utandırılıyoruz. Bizzat patriyarkal kapitalist sistem tarafından güçsüzleştirilirken bu durum sadece bizimle ilgiliymiş gibi bir illüzyon yaratılıyor. Güçsüz olan sensin, devam edemeyen sensin. Herkes bir yolunu bulurken, bunu yapamamak senin suçun. İyi hissetmek ve mutlu olmak senin sorumluluğun. 

Mutlu olmak için ilk önce özgür olmak zorundayız. Sürekli güvenliğimizin tehdit edildiği, kararlarımızın önemsiz hale geldiği ve değersizleştirildiğimiz bir dünyada iyi hissetmek, toksik bir pozitiflikten ibaret. 

Güç kavramını daha fazla tartışmamız gerek. Tarihsel anlamda sadece erkeklerin sahip olabildiği bu şey, kadınların hayatında daha farklı bir şey ifade etmeli. Feminizmle kadınların feminist bir gücü inşa etmesi mümkün. Erkeklerle ilişkilendirilen her duygunun ve kavramın kadınların dünyasında ne ifade ettiğini tekrardan düşünebiliriz. Bireysel olarak güçlenmemiz değişime bağlıdır. Hayatımızda istemediğimiz şeyleri değiştirebilmek, kendi kararlarımızı verebilmek bizi güçlendirir. Nihayetinde bireysel olan toplumsaldır da, her bir kadının kendi hayatındaki değişimler ve feminist bir özne olarak güçlenmesi tüm kadınların özgürleşmesi ve feminist mücadele için yakılmış kocaman ışıklar. Ben de bu ışıkların varlığıyla güç buluyorum, tanıştığım ve hikayesinden ilham aldığım, gücünde güç bulduğum kadınlara kocaman sarılıyorum.

 Kaynaklar

Boratav B., H. (2021). Feminizm ve psikoloji: sıkıntılı bir ilişki. Reflektif Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1), 143-163. 

Yıldırım, F., Gül, H., (2021). Toplumsal cinsiyete duygusal bakış. KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi.

Yıldız, N. G., Aydın, K., Yıldız, H. (2022). Toplumsal cinsiyet faktörü: kadınlarda depresyon ve cinsiyet eşitsizliği. Sağlık Hizmetlerine Yeni Yaklaşımlar. syf: 147


Feminist Çerçeve sitesinden daha fazla şey keşfedin

Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.

Yorum bırakın