Sabriye Akkul – Gözde Çelik

Bir cümle, bir sabah ansızın sosyal medyada dolaşıma girdi. Futbol maçında açılan pankartta “Doğal olan normal doğumdur” yazıyordu. Kısacık ama oldukça tanıdık. Ve bu kadar tanıdık olması ise tesadüf değil.
Son yıllarda doğurganlık oranlarındaki düşüş üzerinden yeni bir gündem inşa edilmeye başlandı. Kadınların ne zaman, nasıl ve kaç çocuk doğurması gerektiği yeniden konuşuluyor. Kadın bedeni, doğurganlık potansiyeli ile birlikte bir “kalkınma meselesi” olarak yeniden kurgulanıyor.
Kadınlar uzun zamandır bu müdahalelerin hedefinde; üreme politikalarının nesnesi haline gelişleri yeni değil. Buna rağmen bu tarz müdahaleler artık daha kurumsal, daha sistematik. Doğum, yalnızca bir sağlık meselesi değil. Kadın bedeni üzerinde şekillenen, toplumsal cinsiyet rejimini tahkim eden bir iktidar aracına dönüşmüş durumda.
Bu yazı, doğurganlıkla ilişkilendirilmiş müdahale biçimlerini, kadın bedeniyle kurulan iktidar ilişkilerini ve “doğal olan” söyleminin arkasında yatan politik yapıyı tartışmayı amaçlıyor. Çünkü hiçbir şey “doğal” olduğu için teşvik edilmez; teşvik edilen her şeyin ardında bir rejim, bir hedef ve bir denetim mekanizması vardır.
Kadın Bedeninin Kamusallaşması: İktidar, Üretim ve Bakım Emeği
Kadın bedeni tarih boyunca yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda toplumsal, siyasal ve ekonomik bir alan olarak inşa edilmiştir. Kadınların doğurganlık kapasitesi, yalnızca cinsiyetleri üzerinden değil, üretim ve yeniden üretim süreçlerine olan katkıları temelinde de kamusal düzende belirlenebilir kılınmıştır. Bu durum yalnızca modern devletin değil; çok daha erken dönemlerden itibaren dinin, patriyarkal yapının ve iktisadi çıkarların ortaklaştığı uzun soluklu bir tarihsel sürecin ürünüdür.
Erken modern dönemde, doğum bireysel bir deneyim olmaktan çıkarak nüfusun, dolayısıyla ekonomik üretim kapasitesinin yeniden üretimiyle ilgili kolektif bir mesele haline gelmiştir. Kadın bedeni üzerindeki bilgi birikimi -bitkisel tedaviler, ebeliğe dayalı doğum pratiği, kadınlar arası bilgi aktarımı- sistematik şekilde bastırılmış, bu alan erkek egemen ve tıbbileşmiş bir doğum anlayışına devredilmiştir. Böylece kadınların doğurganlık üzerindeki öznel bilgileri marjinalleştirilmiş, doğum süreçleri uzmanların ve devletlerin denetim alanına taşınmıştır. 1
Modern ulus devletle birlikte bu denetim daha görünür ve sistematik hale gelir. Doğum oranları izlenir, aile politikaları oluşturulur, “doğru” annelik modelleri teşvik edilir. Bu noktada annelik yalnızca bir biyolojik gerçeklik değil, aynı zamanda bir ideolojik pozisyona dönüşür. Artık kadın yalnızca doğurmakla değil, “nasıl anne olacağıyla” da ölçülmektedir. Bu ideolojik yeniden konumlandırma, kadının hem bedeni hem de yaşam tercihleri üzerinde derin bir etki bırakır.2
Kadınların çocuk yapma ya da yapmama kararları kişisel özgürlük alanından çıkarılmış; toplumsal sorumluluk alanına itilmiştir. “Çocuk yapmamak, kolektif bir görevden kaçınmak gibi değerlendirilirken; doğuran kadınlar da doğumdan emzirmeye, çocuk bakımından duygusal emeğe kadar sürekli bir denetim ve normatif beklenti altına alınmıştır.
Bu tarihsel süreçte kadınların bedensel özerklik talebi yalnızca bireysel değil; sistemik yapısal ve kolektif bir mücadele alanı haline gelmiştir. Çünkü kadın bedeni, hem üretim süreçlerinin devamlılığı için hem de toplumsal cinsiyet normlarının yeniden üretimi için vazgeçilmez bir alan olarak inşa edilmiştir. Bugün doğumun “doğal” ya da “normal” biçimlerinin dayatılması, bu tarihsel sürekliliğin günümüzdeki ideolojik yeniden üretimidir.
Makbul Annelik ve Disiplin Mekanizmaları: Kadınlığın İdeolojik İnşası
Kadınların doğurganlığı yalnızca sistemin devamlılığı için değil; aynı zamanda belirli bir kadınlık tanımının ideolojik inşası için de temel bir araç haline gelmiştir. Doğurmak, yalnızca biyolojik bir eylem değil; kadın kimliğinin meşruluğunu toplumsal onaydan geçirmek için kurgulanan bir pratik olmuştur. Bu kurguda annelik, kadın olmanın “doğal” ve “kaçınılmaz” bir parçası olarak sunulur. Oysa bu doğallık iddiası, patriyarkal ve kapitalist düzenin ürettiği ideolojik bir dayatmadır.
Modern dönemde annelik, yalnızca çocuk sahibi olmakla sınırlı kalmamış; “nasıl bir anne olunması gerektiği” ayrıntılı biçimde tanımlanmış ve kadınların bedensel, duygusal, gündelik yaşam pratikleri bu normlar etrafında disipline edilmiştir. Makbul anne, fedakâr, sabırlı, kendini çocuğa adamış ve kendi bireysel arzularını bastıran kadındır. Bu tanımın dışına çıkan her kadın deneyimi, eksik, hatalı ya da sorunlu olarak etiketlenir.
“Annelik artık kadının yegâne kendini onaylama biçimi değildir, ama ona bu rol yeniden dayatılır. Üstelik bu kez doğrudan bir zorlamayla değil; doğallık ve sevgi adına, kadının içselleştirmesi beklenen bir görev olarak.” Kadınlar anneliği reddettiklerinde ya da bu role mesafeli yaklaştıklarında, yalnızca bireysel tercihlerini değil; aynı zamanda toplumsal kabulü, aile desteğini ve kimi zaman kendi öznelliklerini de riske atar.3
Disiplin mekanizmaları yalnızca devlet, din ya da hukuk gibi kurumsal yapılarla sınırlı değildir; gündelik yaşamın her anına yayılmıştır. Kadının doğum sonrası bedeninin nasıl görüneceği, bebeğe ne kadar emek vereceği, hangi duyguları hissedeceği gibi alanlar normatif beklentilerle çevrilidir. Kadın anneliği yeterince “iyi” yerine getirmediğinde, hem açık hem örtük yollarla uyarılır, eleştirilir ya da dışlanır. Bu denetim, çoğu zaman “çocuğun iyiliği” ya da “annelik sevgisi” gibi meşru görünen ideolojik söylemlerle meşrulaştırılır.
Annelik normları yalnızca bugüne ait değildir. 18. yüzyılda yeniden şekillenen annelik ideolojisi, kadını doğa ile özdeşleştirmiş, annelik içgüdüsü üzerine inşa edilmiş bir kadınlık tanımı üretmiştir. Bu dönemde kadınlara çocuk bakımı ile ilgili roller verilirken, bu rollerin ahlaki bir yükümlülük olduğu vurgulanmıştır. Günümüzde ise aynı roller, farklı kavramlarla ama benzer bir içerikle kadınlara sunulmaya devam eder. Doğum kontrolü hakkının tanındığı, bireysel tercihlere vurgu yapılan modern dünyada bile, çocuk yapmayan ya da anneliği sorgulayan kadınlar toplumun dışına itilme riskiyle karşı karşıya kalır.4
Kadınlar anneliği seçtiklerinde bile bu seçim özgürlükten ziyade normların ve yapısal beklentilerin içinde şekillenir. Kadının anneliği “doğru” şekilde icra etmesi beklenir: Bedeni kontrol altında olmalı, zamanı çocuk bakımına göre düzenlemeli ve görünmeyen duygusal emek yükünü sessizce taşımalıdır. Bu süreç, kadın bedeninin yalnızca doğurganlık üzerinden değil; emek, zaman ve duygular üzerinden de kamusal bir denetim nesnesi haline getirilmesinin bir sonucudur.
Doğumda Beden Özerkliğinin Kısıtlanması
Doğum süreci, kadının bedenine dair kararların merkezde olması gereken bir alan iken, pratikte sıklıkla hekimlerin, devlet politikalarının ve normatif değerlerin yönettiği bir alan haline gelir. Doğum, teknik bir müdahale gerektiren tıbbi bir olay gibi çerçevelenirken, kadın deneyimi, duyguları, kararı ve bilgisi arka plana itilir. Böylece doğum, yalnızca fizyolojik değil, aynı zamanda otoriteyle çevrili bir alana dönüşür. Bu dönüşüm, kadının doğum üzerindeki özne konumunu zayıflatır ve beden özerkliğini doğrudan sınırlar.
Modern tıp söylemi, kadının bedenini doğumda “riskli” bir nesne olarak görür. Bu yaklaşım doğumun doğal ve kendiliğinden bir süreç değil, sürekli denetlenmesi, ölçülmesi ve gerektiğinde müdahale edilmesi gereken bir olay olarak tanımlanmasına yol açar. Kadının süreci algılama biçimi, doğum sırasında ne hissettiği ya da hangi koşullarda kendini güvende hissettiği ise tali bir meseleye dönüşür.
Tıbbi protokoller aracılığıyla kadının bedeni doğum öncesinden itibaren disipline edilir. Hamilelik takibinden itibaren başlayan bu süreç, doğuma dair her tercihin standartlaştırılmasıyla ilerler. Hangi haftada hangi testin yapılacağı, nasıl pozisyonda doğum yapılacağı, hangi ilaçların uygulanacağı önceden belirlenmiştir. Kadın bu protokoller içinde yalnızca onay vermesi beklenen bir pozisyondadır. Sıklıkla “bilgilendirme” adı altında yapılan bu yönlendirmeler, fiilen kadının karar hakkını sınırlandırır.
Bu kısıtlamalar yalnızca bireysel bir sorun değil; sistemik ve yapısal bir kontrol biçimidir. “Doğumda özerkliğin kaybı, doğurganlıkla birlikte bedenin kontrolünün dışarıya devredilmesi anlamına gelir.” Bu ifade, kadının yalnızca nasıl doğuracağına değil; nasıl hissetmesi, ne kadar dayanması ve doğum sonrası nasıl davranması gerektiğine dair de bir yönlendirme altında olduğunu gösterir. Kadın bedeninin hem tıbbi hem kültürel olarak yönetilmesi, bedensel deneyimi ikincilleştirir.
Kadınların sezaryeni tercih etme nedenleri çoğu zaman “konfor” ya da “bilgisizlik”le açıklanır. Oysa bu yaklaşım, kadının kendi bedeni hakkında bilgi üretme ve karar verme kapasitesini görmezden gelir. Sezaryeni tercih eden kadınlar, çoğunlukla sistemin sunduğu tek güvenli seçenek olarak kodlanmasından kaynaklanır. Doğumun şiddetsiz, öngörülebilir ve güvenli biçimde gerçekleşmesine dair arzular, “doğal olanı bilmeme” olarak küçümsenir.
Doğum sırasında yaşadıkları sınır ihlalleri ve rıza dışı müdahaleler -sık sık yapılan vajinal muayeneler, rıza almadan gerçekleştirilen epizyotomi kesileri, kadının istemediği ilaç uygulamaları- beden özerkliğinin yalnızca teorik bir hak olarak kaldığını gösterir. Bu uygulamalar, doğumun yalnızca fizyolojik değil, aynı zamanda politik bir mesele olduğunu açık biçimde ortaya koyar.
Kadının doğum deneyimini sahiplenmesi, yalnızca alternatif doğum yöntemlerini seçmekle değil; doğuma kararların, sınırların ve dilin kendisine ait olduğunu söylemesiyle mümkündür.
Bedensel özerklik, yalnızca doğurmak ya da doğurmamakla ilgili değil; nasıl, nerede, hangi koşullarda ve kiminle doğurulacağına dair kararları özgürce verebilme hakkı anlamına gelir.
Kadınların Bedensel Öznelliği ve Özgürlük Talebi
Kadın bedeninin doğurganlıkla kurduğu ilişki, yalnızca biyolojik değil; ekonomik, siyasal ve ideolojik olarak şekillenen iktidar alanı olmuştur. Bu ilişki bazen “annelik sevgisi”, bazen “doğallık”, bazen de “kamusal fayda” gibi masumlaştırılmış kavramlar üzerinden yeniden inşa edilmiştir. Bugün kadınlar yalnızca nasıl doğuracaklarına değil; nasıl anne olacaklarına, hatta ne kadar annelik yapacaklarına dair sistematik müdahalelere maruz kalmaktadır.
Doğumun yalnızca tıbbi değil, aynı zamanda toplumsal ve politik bir deneyim olduğunu kabul etmek, kadınların bedenlerine dair gerçek bir karar öznesi olabilmeleri ön koşuludur. Bedensel öznellik, yalnızca doğurmak ya da doğurmamakla ilgili değil; doğuma dair tüm koşulları – ne zamanı, yöntemi, mekanı ve eşlikçileri- kadının kendisinin belirleyebilmesidir. Bu özgürlük, yalnızca yasal haklarla sınırlı değildir. Bilginin demokratikleşmesi, bakım emeğinin tanınması ve toplumsallaştırılması, koşulsuz rızanın bir norm haline gelmesi ve kadın dayanışmanın kurumsal güce dönüşmesi ile mümkün olur. Kadınların bedenlerine dair söz söyleyebilmeleri, ancak bu çok katmanlı yapısal dönüşümle mümkündür.
Her doğum deneyimi aynı değildir. Her beden farklıdır. Ancak her kadının ortak ve vazgeçilmez bir hakkı vardır: Kendi bedeni üzerine söz söyleme, karar verme ve onu özgürce yaşama hakkı.
Kaynakça:
Federici, S. (2019). Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim. (Çev. Barış Yıldırım). İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Badinter, E. (2011). Kadınlık mı? Annelik mi? (Çev. Ayşen Ekmekçi). İstanbul: İletişim
Yayınları.
1
Federici, S. (2019). Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim. (Çev. Barış Yıldırım). İstanbul: Otonom
Yayıncılık.
2
Badinter, E. (2011). Kadınlık mı? Annelik mi? (Çev. Ayşen Ekmekçi). İstanbul: İletişim Yayınları.
3
Badinter, E. (2011). Kadınlık mı? Annelik mi? (Çev. Ayşen Ekmekçi). İstanbul: İletişim Yayınları.
4
Badinter, E. (2011). Kadınlık mı? Annelik mi? (Çev. Ayşen Ekmekçi). İstanbul: İletişim Yayınları.
Feminist Çerçeve sitesinden daha fazla şey keşfedin
Son gönderilerin e-postanıza gönderilmesi için abone olun.
